yürüyordum. yürüdükçe de açılıyordum. evden kızgın çıkmıştım. belki de
tıraş bıçağına sinirlenmiştim. olur, olur! mutlak traş bıçağına
sinirlenmiş olacağım. otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması,
pekala bir meseledir. kim demiş mesele değildir, diye? budalalık! ya
yağmur yağsaydı? ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı
olsaydı? olsaydı o zaman mesele olurdu, işte. Sait Faik'in bu cümleleri aklımda, Oslo'da bir parka doğru yürüyordum, sırtımda çantam, çantamın içinde bir elma, su ve dünden kalma sandviçimin kalan parçası. sağa sola bakınarak ilerliyordum sokaklarda. şehrin güzel parkını bulmayı çalışıyordum, kendimi gittiğim her şehrin en güzel parkını bulmaya adamıştım adeta. kalabalık sokaklardan ilerliyordum, ilerlerken de insanların yüzlerini, yüzlerindeki ifadelerden ne düşündüklerini tahmin etmeye çalışıyordum. parka yaklaştıkça, ellerinde sulukları, kulağında kulaklıkları yürüyüş yapan insanlar artmaya başlamıştı. derken, arkamdan kardeş diye bir ses geldiğini işittim, üstüme alınmayım dedim, üstüme alınmamaya kalmadan yineledi, kardeş. ne yapacağımı kestirememiştim ki henüz, reflekslerim benden hızlı davranarak vücudumu geriye döndürdü. aklımda Sait Faik'in öyküsü, karşımda uçakta Oslo'ya gelirken yanımda oturan adam, şehrin en güzel parkında, şimde ne yapmalı düşünüyordum... | | |
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder