Selam, bu satırları sizlere kafamın içinde kurduğum dünyanın fransa'nın güneyine denk gelen kısmında yer alan şirin mi şirin bir kasabadan yazıyorum. Sizleri bilmem ama ben zamanın akışkanlığının sinemanın katalizörlüğünde arttığı bir iki haftayı geride bıraktım. Hava durumunun dengesizliğinin haletiruhiyem üzerindeki etkisinin maksimuma ulaştığı bu zamanların tortusu olarak niteleyebileceğim birkaç cümle ile kah çok sevdiğim kah hayal kırıklığına uğradığım bir kaç filmden bahsedeceğim. Kim bilir belki de hiç oralara girmeden, sansürün ters propaganda olarak işleyip insanların körlüğünü ortadan kaldırmadaki etkisinden girer, insanları bilinçlendirme/medenileştirme misyonuyla çalışanların yaklaşımlarının nasıl rahatsız edici bir hal alabildiğinden çıkarım. Henüz karar vermedim. Şimdilik, festival süresince izlediğim yirmi film arasından beğendiklerim ile başlıyayım sonrasında neler olacak hep beraber görürüz..
Birkaç yıldır belgesel filmler, kurgu olanlardan daha ilgi çekici gelmeye başladı gözüme, hem bu nedenden hem de daha sonra izleyebilme olasılığının daha düşük olduğunu düşündüğümden programa olabildiğince daha çok dahil etmeye çalışıyorum belgeselleri. İlk bahsedeceğim film de bir belgesel, mother russia'nın benzer dertlerini anlatan diğer iki güzel rus filminin aksine bu film sovyet zamanındaki efsane hokey takımının hikayesini anlatan bir amerikan filmi. Red Army. Şimdilerde putin önderliğinde spor bakanlığı görevini sürdüren efsane buz hokeyi oyuncusu viacheslav fetisov'un önderliğinde ilerleyen belgesel, protagonistimizin eğlenceli anlatımı ile hızlıca ilerlerken zamanın ruhu hakkında da özet derecesinde bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Yine amerikalıların -eduardo galeono'nun buralardan ayrıldığı zamanlarda amerikalılar kelimesini usa vatandaşlarına işaret eder şekilde kullanmak batıyor ama elden gelen de birşey yok- başarıya tapınma seremonilerinin güzel bir örneğini de filmi izlerken görmek mümkün.
Bahsedeceğim ikinci film, festivalin son günü izlediğim Enayi. Yakın zamanda çekilen/izleyebildiğim tüm rus filmlerine sirayet etmiş kafkaesk ortam, bunaltıcı bürokratik atmosfer bu filmde de yüzünü gösteriyor. Filmden sonra ise soma, ermenek ve nice işçi ölümünün ve daha başka ölümlerin gerçekleştiği olayların öncesinde/sonrasında yaşanması muhtemel olayları düşünmemek mümkün değil, izlerken aynaya bakıyor gibi hissediyor insan. Durum bu kadar vahim mi diye düşünenlere, bölücülük/kaçakçılık yaptıkları için katırları öldüren bir devlet idaresi altında yaşadığımızı hatırlatmak isterim. Bir kurgu filmde bu kadar absürt bir senaryo yaratılması pek mümkün olmazdı sanırım.
Rus sinemasından başlamışken, Postacının Beyaz Geceleri ile devam edelim. Olağanüstü görüntülerin içine bir tutam bürokratik sıkıntı serpiştirilmesi ve bolca yalnızlık sosuyla servis edilen bu güzel filmi izlerken yer yer akla nuri bilge ceylan'ın düşmesi muhtemel. Rus diyarında da bugün ne giysem benzeri programların olduğunu görmek, kanepede uzanmış televizyon izleyen yaşlı insanların yalnızlıklarına tanık olmak ise ürkütücü ve birkaç filmde daha şahit olduğum üzere ah şu çıkarcı kadınlar..
Stephen Daldry'nin yönetmenliğini yaptığı ve beklediğimi alamadığım film Çöplük'ten pek uzun bahsetmeye gerek de görmüyorum. Hikayede bu kadar bariz açıklar varken filmi gösterime sokmak cidden cesaret isteyen bir durum. Oysa Taxi öyle mi, iranlı yönetmen jafar panahi'nin şimdilik son filmi, elinden imkanlarının alınmasının bile insanın yaratıcılığını engelliyemeceğinin en büyük kanıtı ve aynı zamanda iran'da yaşayan insanların idama, yasaklara, inanca, insan gibi yaşayabilme özgürlüğüne olan bakışını gözlemleyebileceğimiz bir kurgu-belge.
Bahsetmediğim filmlerin birkaçından bahsedeceğim vefasız kadınlar altbaşlıklı yazıyı yarına bırakırken, aynı zamanda bu yazıya da bir son veriyorum.
Kapanış şarkısı paolo sorrentino'nun cannes'da gösterilecek filmi youth'un fragmanına eşlik eden david lang eseri, just.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder