The very meaninglessness of life forces man to create his own meaning. Children, of course, begin life with an untarnished sense of wonder, a capacity to experience total joy at something as simple as the greenness of a leaf; but as they grow older, the awareness of death and decay begins to impinge on their consciousness and subtly erode their joie de vivre, their idealism – and their assumption of immortality. As a child matures, he sees death and pain everywhere about him, and begins to lose faith in the ultimate goodness of man. But, if he’s reasonably strong – and lucky – he can emerge from this twilight of the soul into a rebirth of life’s elan. Both because of and in spite of his awareness of the meaninglessness of life, he can forge a fresh sense of purpose and affirmation. He may not recapture the same pure sense of wonder he was born with, but he can shape something far more enduring and sustaining. The most terrifying fact about the universe is not that it is hostile but that it is indifferent; but if we can come to terms with this indifference and accept the challenges of life within the boundaries of death – however mutable man may be able to make them – our existence as a species can have genuine meaning and fulfillment. However vast the darkness, we must supply our own light.
Stanley Kubrick
Elindeki irili ufaklı poşetlerde marketten yürüttüğü yiyecekleri, çöpten topladığı oyuncakları ve metroda unutulmuş kitapları taşıyan bir kadın yaşardı zamanında, londra sokaklarında. İhtiyacından fazla olanı ara sokaklarda, gözlerden uzakta yaşayan çocuklarla paylaşmaktan gocunmazdı hiç ve işin garibi de ortalama bir beyaz yakalının en azından bir eve, arabaya, maddiyatın aslında önemsiz olduğunu konuşabileceği arkadaşlarıyla pubda bira içmeye, uzakdoğu mutfağının en güzel örneklerine, yediklerini dengelemek için de akşam koşularına ihtiyacı varken, onun yaşamak için pek az şeye ihtiyacı vardı..
Hikaye dinlemeyi sevenler için müzeler gibisi yok. Her resmin, heykelin, milattan önce falanca yıldan kalma kesici aletin bile anlattığı bir hikaye var. Londra'daki ulusal galerinin belgeselini izlerken de en çok ilgimi çeken tur rehberlerinin resimlerin hikayelerini anlattığı bölümler olmuştu. Eğer hikayenin anlatıldığı dili biliyorsanız veya yanınızda o dili bilen birisi varsa anlatılanı, bilmiyor iseniz de bilincinizin sizin için uyduracağı hikayeyi zevkle dinleyebilirsiniz.
Aslan, ormanın ve tüm hayvanların kralı olması hasebiyle çeşitli hanedanlık armalarında defaatle kendine yer bulmuştur. Kaçınılmaz olarak ingiltere de bunlardan birisi. Ama bununla da kalmayarak, şehrin her bir yanını aslan heykelleriyle süsleme işine girmişler. Ljubliana nasıl ejderha dövmeli şehir ise, londra da aslanların hüküm sürdüğü bir vahşi yaşam doğal parkı kıvamında.
Bu vahşi yaşam doğal parkının en işlek yerinde -trafalgar meydanında- yer alan nelson anıtını koruyan dört uysal aslan turistlerle birlikte poz veririken -kraliçe korkularından olsa gerek- hiç huysuzlanmazlar. Fotoğrafta yer alan, westminster abbey önünde yer alan bu aslanların kazan kaldırmış halde olmalarının da bir anlamı olmalı, kraliçeden korkmuyor olamazlar ya.
Dip Not: Aslandan bahsederken, tarihin derinliklerinden mırıldanan aslan yürekli rişar ve ülkeyi emanet ettiği haksızsın con'un ismini geçirmemek de olmazdı.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder