ışığın doğudan geldiği, ışığın kaynağı ile gözüm arasındaki mesafenin olabildiğine kısa olduğu o zamanlar çok öncelerde kalmış. elimde bir zaman kalmış, onu da bekleyerek kara deliğe çevirdiğim vücudumun içine hapsetmeye çalışıyorum ki geçmesin, gitmesin.
birşeyleri kaçırıyor olmalıyım. öz maddemin de kaybolup gittiğini farkediyorum bir gün. kaçırdığım buymuş demek. önemsiz geliyor bir an. dalıp gidiyorum.
uyandığımda karşımda, anti maddeden ibaret bir ben. karşımda dediysem ruhsal olarak -ruhsar mı- yoksa görünürde ben aynı ben, evden çıkmamışım hep yemekleri dışardan söylediğim için bünyede bir hantallık var ama sonuç olarak biraz spor felan toparlarım. neyse. burda bitsin.
bu hafta, havuzu bir problem kaynağı olarak değil de, deriye renk verme işleminde kullanan insanların yanında marakeş'te bir çatı katındayım. daha önce alfred hitchcock'un yönettiği james stewart'ın başrolde oynadığı the man who knew too much isimli filminde görmüştüm bu masal diyarını. arkadaş bu nasıl bir şehir ki insanlar kaybolmana izin vermiyor ve dahi senin nereye gideceğini, söylememiş olmana rağmen, senden daha iyi biliyorlar. sen desen ki sağa döneyim, nooo. this way. ama benim otel o yandaydı. yooo. this way. hem it is closed yani. vay bana vaylar bana.
bu sıcakkanlı, hoşgörü perver insanlar tarafından yönlendirilerek sabahlara kadar meydanlarda eğlenmek zorunda kaldım. yatmaya yöneliyorum, bir bakıyorum yine aynı meydan, dalıyorum kebaba. resmen hoşgörü mağduru oldum arkadaş.
sabaha doğru artık dükkanlar felan kapanınca dediler artık biz seni tutmayalım. dedim sağolun güzel insanlar, düştüm yola. gecenin bir yarısı olmuş, yatmak istiyorum artık ve ne göreyim. nöbetçi berber içeri davet ediyor beni, gel şu tipi düzeltelim bak o kadar milletten insan var vatanını/milletini temsil ediyorsun burda. bu kadar söze kayıtsız kalamıyorum, vatan çok önemli abi, without blood it is nothing diye giriyorum konuya. amaç adamın takdirini kazanıp istediğim saç modeline kavuşabilmek, yanları kısaltalım üstler uzun kalsın. peki noluyor. nolacak, tabii ki, hele bir soluklan yiğenim. tamam diyorum abi, işinin uzmanı sensin.
ve adem şiş kebaba uzandı...
fotoğraf çekerken kendimi bir pokemon savaşçısı gibi hissettiğim zamanlar oluyor, hatta deklanşöre bastığımda git poke topu diyesi oluyorum içten içe. sonra içimden düşündüğümü farkedince ve içimden birşeyler söyleyip yanımdakinin duymadığına kanaat getirince de koyveriyorum "git poke topu"nu. ben şimdi bunu niye anlattım. şu kareyi çekmemle, bize göre solda yer alan, yan tarafa yönelmiş adamın kenardan pet şişeyi kafama savurma hareketi yapması bir oldu. yalnız adam o kadar sağduyulu ki bırak elinde tuttuğu bıçağı bana fırlatmayı, pet şişeyi bile atmadı, belki de değmez dedi bilemiyorum. eğer burayı okuyorsanız, olum beni arena ekibinden mi sandınız da tepki gösterdiniz anlamadım ki, tamam yaptığınız her ne ise steril görünmüyordu ama lezzetini pislik içinde gizli olduğunu bilecek kadar yaşadım. diyeceğim o ki benden size zarar gelmez ve tüm balıklar için teşekkürler. balık ne alaka değil mi, bir google da arat bakalım.
...
arattın ve yine bir alakasını kuramadın değil mi? işte o zaman otostopçunun galaksi rehberini okumanın vakti gelmiş demektir.
--- burdan sonrasına kitabı okuduktan sonra devam et ---
bitirdiğinde buraya geri dönersen sırf sana otostopçuyu okutabilmek için tüm bunlara katlandığımı farkedecek işbu yazının yazılma tarihinden bir-iki hafta öncesi, marakeş sokaklarında dolaşmakta olan bir adamın aklından geçen dahiyane bir fikir. uygulamak için yöre halkından aldığı yardımlar, "onun için bunca şeyi yapan senin gibi birisi olduğu için ne kadar şanslı ve umarım bunun farkında"dırlar. "bırak abi yea kim neyin farkında allaşkına"lar.. ve benim allah belamı versin diyeceksin. ama öyle iyi anlamda. nasıl bir iyi anlamsa artık onu da jürinin takdirine bırakıyorum.
fotoğraftan hızla uzaklaşmakta olan tavuk, kesilip temizlendikten sonra alıcısına pişirilmeye hazır bir şekilde teslim edilecekti. amerika'dan - bildiğiniz öz amerika bir de latin amerika olacaktı aşağılarda ama onlar fason olanlar, burdan şunu öğreniyoruz ki bir şeyin kaynağında ingilizlik varsa özdür, hakikidir- fast-food geldi, italyanlar kültürlerini korumak için karşı atakla slow-food'u sürdü sahalara. fas ikisini birbiriyle harman edip bize birşeyler anlatmak istiyor sanki ?!?
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder