Yüzünden Bin Parça Düşen Şehir aka Ljubljana

Yüzünden Bin Parça Düşen Şehir aka Ljubljana

  • 0
Hergün en şirin maskeleriyle güne başlayıp, bir terslik durumunda -mesela restoranda gelen suyun markası erikli değil  de sırma olduğunda- içlerindeki iğrenç yüzlü canavarı dışa vurmaktan çekinmeyen insanların bulunduğu bir masal dünyasında yaşıyorum. Yazdıkları maillerde BÜYÜK HARF kullandıklarında karşılarındakine bağırdığını düşünen insanlar bunlar, aynı rahatlamayı sağlıyor mu merak ediyorum. Günün stresinin kum torbasına yumruk atan emoticon basılarak atıldığı günler de yakındır. ORGANİK OLUN ARKADAŞ BİRAZ! Yok, bende rahatlama falan olmadı. Hepinizi karşıma alıp, yok ev olmaz şimdi, hitler'in yirmisekiz dakika yürüyüp de kürsüye ulaştığı kocca meydana doldurmak lazım hepinizi, öyle seslenecem sizlere. Söyleyeceklerim var. 
Sizin önkabulleriniz tüm insanlığın doğrularıymış gibi hareket ederek nereye varacağınızı düşünüyorsunuz, hiç bilemiyorum bir kere. Siz neye çok terör derseniz o çok, neye az terör derseniz o az terör, sanki kurufasulye pilav istiyorlar. Şu soruyu hiç sordunuz cidden merak ettim. Acaba devletin polisi/askeri bir adam öldürünce neden o terör olmuyor, senin üzerinde iktidarını kurduğu için mi? 
A noktası ile B noktası arasında bir yerlerde sabitlenmiş duruyorsunuz hâlâ, durmayın. Demokrasiyle, uzak mesafe ilişki yaşayan çiftler gibisiniz valla, bu şekilde yürümez benden size söylemesi. 
Kezban, Fransa'dan bildirdi.



Bukowski abimiz, yazmak eylemi için  şöyle diyor;

eğer içinden patlarcasına gelmiyorsa
herşeye rağmen,
yapma.
kalbinden, aklından, ağzından ve midenden
sorgusuzca çıkmadıkça
yapma.

Abim, bak sana ne anlatıcam. Dün bir filme gideyim dedim, film saat 7'de, ben 6 olmadan sinemadan biletimi almıştım bile. Hemen düşündüm. Film öncesi bir kahve içeyim, hem de yanımda yukarıda veya aşağıda cakasını sattığım kitap, aylaklığa övgü, var. Onu okurum. Neyse oturdum bir kahvecinin sokak kenarındaki masalarından birisine. Birisi geldi yanıma. Yalnız, self service dedi ve uzaklaştı. İçeri girdim, bir kahve alayım ben dedim. Nasıl bir kahve gibi, beklemediğim bir soruyla karşılaştım. Hazırlıklı olmadığımdan biraz panikledim sanırım. Benim tasvir yönüm de pek kuvvetli değildir ki mesela geçen birşeyler yazabilir miyim diye masanın başına oturmuştum ama uzun tasvirler yapmadıkça onlarca word sayfasını doldurmak pek mümkün gözükmedi. Ben de ilk karakterimin dış görünüşünü tüm ayrıntılarıyla anlatarak başlayayım dedim. Şöyle dolu dolu bir paragraf tasvir olsa işin çoğu hallolurdu, hem başım sıkıştı mı karakter yaratırım. İlerde kullanıp kullanmamam pek de önemli değil, unutmazsam bir yerlerde bağlamaya çalışırım hikayeye, hatta cliffhanger neyim yaparım. Böyle güzel güzel plan yapıyorum, kafanın içini bir yokladım ki yok aga. nada. nada de nada. Sıfır noktasında tıkanma yaşamak koyuyor insana tabii,  arkadaş daha yazar olamadan tıkanmak nedir, hadi bir kısa öykü yazabilseydim de ondan sonra tıkanaydım. Diye diye anlatmaya devam ederken, karşımda anlamsız gözlerle bana bakan orta boylu, uzun kollu oduncu gömleğinin kollarını dirseğine kadar çekmiş, sakallı ve şapkalı gencin bunu kastetmediğini anlamam biraz uzun sürmüş gibi geldi tabii. Bana kahvenin resmini çizebilir misin abidin, diye bir espri ile aramızdaki bu garip durumun ortadan kalkmasını amaçladım, hem benimle ilgili kafasında çizdiği imajı da etkiler dedim ve lakin o da olmadı. Sonunda, benim verdiğim americano siparişini onun masaya getirmesi konusunda anlaştık.  Valla anlaşmak çok güzel şey, ne yalan söyliyim. İletişim çağında iletişimsiz kalmış hissettiğim zamanlardan geçerken bu çok iyi gelmişti.
Ben masaya geçtim, yanımdaki ısıtıcıyı kendime doğru çevirdim, kitabımı okumaya koyuldum ki kahve geldi. Bir yandan kahvemi yudumluyor bir yandan da kitabımı okuyordum. Ta öte yandan da dışardan bakan birisinin gözlerinde nasıl güzel bir görüntü oluşturduğumu düşünüyordum. Evet ben böyle biriyimdir. Neden ama neden, dediğini duyar gibiyim. Çünkü ben yaptıklarımı hiçbir zaman kendi isteğim veya zevk aldığım için yapmadım ki. Hep dışardan bakan ikinci bir ben kişisinin gözlerinden kendimi izledim. Bu şekilde iyi-kötü bu günlere kadar da geldim valla bu noktadan sonra da değişme riskini göze almak salaklık olmaz mı sence de?
Derken iki kız mekana doğru yöneldi, ama ben muhtemelen yapacakları yavan muhabbetlerle kitap okuyan bu güzel insanın rahatını bozmak istememişlerdir, diye düşünürken onlar içeri girdi.  Ben bir yandan bunları düşünürken okuduğumun kafama girmediğini düşünüyorsan işte orda yanılırsın, söyliyim.
Zaman akıp gidiyor, ben ise çeşitli okuma pozisyonlarında kitabımı büyük bir iştahla okumaya devam ediyor arada bir de kahvemden ufak bir yudum alıyordum. Kahvenin sonunun buz gibi olacağını anlayınca daha büyük yudumlar almaya başladım ve hızla bitirdim. Filmin başlangıç saati ile içinde bulunduğum zaman arasında yeni bir sıcak içecek almanın hızlı tüketime bağlı damak yanığına yol açabileceğini düşünerek kendimi kitap okumaya verdim. İçerdeki kızlar ne yaptı, nasıl tiplerdi merak edersin sen şimdi. Birisinin üzerinde pembe bir palto vardı ama yüzüne bakmadım, diğerine göre daha uzundu. Diğeri ise esmer tenli sincabımsı bir surata ve ortalamanın altında boya sahipti. İki çay söylediler. Ne konuştukları hakkında arada gelen gülüş seslerinden başka bir bilgim yok. İzin verirsen kendi derdime dönmek istiyorum burdan.
Filme on dakika kalınca kaldığını görünce, mekandan kalkıp sinemaya doğru yollandım, kafamda ise okuduklarımdan beslenen bir takım düşünceler minnacık kuzular gibi zihin otlaklarım üzerinde zıplayıp duruyorlardı. Film diyip duruyorum da adını söylemedim, sen şimdi üçfilmbiraradalardan sanırsın. Senin oralardan uzakta, chicago'da, yaşamış ünlü sinema eleştirmeni roger ebert'in biyografisi niteliğindeki, life itself, bir belgesel bu. Ne kadar rafine bir zevke sahip olduğum filmde bir kez daha ortaya çıktı, toplam 6 kişi idik. Şimdi burda film ile ilgili ayrıntı vermek istemiyorum ama sırf Werner Herzog'un konuşmasını dinlemek için bile izlenir. Film iki saat civarı sürdü ve inanır mısın zamanın nasıl akıp geçtiğini anlamadım.
Filmden çıkmamla, bir baktım daha önce zihnimin çayırlarında otlamaya bıraktığım kuzular serpilmiş, semirmişlerdi. Bunun üstüne filmde duyduğum ve şu an ne olduğunu hatırlamadığım bir kaç cümle üzerinde düşünerek sinemadan yokuş aşşağı sahile doğru yollandım. Günlük tatmin duygumu almış ilerliyordum. Film üstüne bir de bira mı içsem diye düşündüm ama eve gitmekte karar kıldım. Eve gitmek için metroyu kullanmam gerekiyordu, bense vapurla gitmek istiyordum. İçimden de, hem vapurla eve gidemiyorsam yaşamanın ne anlamı var gibi anlamsız düşüncelerle kendimi gaza getiriyordum. Sonunda ise bir bukowski olamayacağımın bir işareti olarak da yorumlayabileceğimiz nihai karar ile tıpış tıpış metronun yürüyen merdivenlerine yöneldim.
Neyse yahu olayın özü kaçıyor burda. Kimisi filmden, kimisi kitaptan gelen o zayıf fikirler kimyasal tepkimelerle birlikte entellektüel düşüncelere evriliyorlardı. Bir oturuşta sayfalarca yazabilecekmişim ve hatta yazmam gerekiyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. Keşke yanımda kalem/kağıt olsaydı diye hayıflanıyor, fikirlerime mukayyet olmaya çalışırken onları daha da olgunlaştırmaya çalışıyordum. Duraklar ilerlerliyor, ben ise kitap okuyormuş gibi yaparken aslında zihnimin arka planındaki fikirleri durdukları yerde durmaları için uyarıyordum. Bu şekilde geçen yarım saatlik yolculuğun sonu yine hüzün be abi. Yavaş yavaş soluklaşan düşünceler  minibüse bindiğimde kendilerini para üstünü beklerken minibüsteki son koltuğa oturmanın hesaplarını yaparken buldular.
Ama biliyorum, benim ev ile ilhamın geldiği yer arasındaki mesafe uzak da ondan geliyor bunlar başıma. Senin gibi LA çarşı'da takılıp, sonra beş dakkada eve varamıyorum ya hep ondan oluyor. Son iki yıl içinde yedinci kere taşınmaya karar verdim.

Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü'de ikametgahını Mısır'a aldırmış eski zaman kahinlerinin, güneş tutulmasının gerçekleşeceği tarihi önceden tahminlemenin bir yolunu bulduğunu ve bu bilgiyi halk üzerindeki etkilerini pekiştirmede kullandıklarından bahseder. Peki modern zaman peygamberlerinin de aynı yolu izlemediği ne malum? Günümüz dinlerinin küçük ilüzyonlarla etkillerini arttırmış ahlaki kurallar bütününden ibaret olduğunu öğrensek komik olurdu herhalde. (bkz: the man from earth) Dünya üzerinde din kavramına en az ihtiyacı olan ülke abd olsa gerek, çünkü onların amerikan rüyası var. Müjde! Artık rahata erme umudunuz mevcut hayat içinde de gerçekleşebilecek.

Bazı insanlar çok uzaktalar. Bizim asla gidemeyeceğimiz yerdeler. 

Uzak, Nuri Bilge Ceylan


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder