Gran Torino

  • 0

i love Clint Eastwood hissi yaratan filmlerin sonuncusu Gran Torino. Belki Clint'in -umarım ilk isminle hitap etmemin bir sakıncası yoktur- biraz da kendinden birşeyler katarak -malum muhafazakarlık hikayesi- yarattığı Kowalski karakterinin dönüşümüne tanık oluyoruz filmde. Eski kovboyculuk oynadığımız zamanlardan kalma piuuv piuuv sahneleri eğlendirse de. kasabanın kovboyu -spoiler- artık silahlara veda etmiştir. -spoiler-

Filmin soundtracklerinde yer alan ve filmle aynı adı taşıyan şarkıda da Clint'in parmağı olduğunu belirteyim ve huzurlarınızdan çekileyim. iyi seyirler, iyi dinlemeler.

Waltz with Bashir

  • 0


bazı filmler sırf insanın gözüne soktukları nedeniyle izlenmelidir. waltz with bashir de bu sınıfa giren filmlerden. 1980lerde lübnanda yaşanmış katliam ve buna seyirci kalışın hikayesini ancak bir israillinin anlatması bu kadar etkili olabilirdi. filmin karanlık atmosferi, müzikleri ve giderek detaylanan görüntüler de anlatımı güçlendirmiş diyorum ve son sözü hınçal'a bırakıyorum.

filmi baştan sona izleyip de cımbızla içinden aushwitz kelimesini çekenler yönetmene haksızlık etmek konusunda şansını zorluyorlar, aman dikkat!

nick and norah's infinite playlist

  • 0


son birkaç yıldır playlistime kattığım indie türündeki müziklerin çokluğu, indie ruhu barındıran filmlere olan ilgimin artmasına sebebiyet verdi. garden state, juno,little miss sunshine felan derken serinin son halkası -yine juno'da da başrolde olan- michael cera'nın -başrolde- mülayim bir genci canlandırdığı nick and norah's infinite playlist. öncelikle şunu söyleyeyim ki filmin türünün diğer başarılı örnekleri gibi, şarkı seçimlerini gayet de başarılı yaptığını düşünüyorum. netekim bende bu grup kimmiş bir bakayım etkisi yarattı. filmin kendisine teğet geçecek olur isem, herhangi bir mesaj verme kaygısı içinde olmayışını sadece kendi hikayesini anlatıyor oluşunu sıcak buldum. bu tür filmlerde mesaj verme kaygısının eğreti durduğu ve duracağı kanısındayım. varsın akademi görmesin, almasın adaylar arasına filmi, değil mi benjamin? new york'un doğu yakasından bildirdim. iyi geceler.

if!

  • 0


if! istanbul film festivali kapsamında -evde düzenlediğimi kısımları haricinde- beş film izlediğim göz önüne alınırsa -muhtemelen- yapabileceğim en iyi şey bir ilk üç belirlemek olacaktır, kendimce. filmler hakkında herhangi spoylır da vermek istemiyorum, bulun izleyin. amma velakin birinci filmin orda yer almasında müziklerini başarılı bulmamın etkisi olduğunu belirteyim. daha fazla uzatmadan sıralamaya geçelim. tüm yurttan gelen oylar sonucunda;

1.The Man Who Loved Yngve
2.Franklyn
3.Just Another Love Story

Ayşegül gotik

  • 0

gotik camiayla ilk tanışmam yaklaşık olarak, rock/metal grupları dinlemeye başladığım tarihlere tekabül eder. o zamanlardan bu zamanlara çok şey değişti. numetaller, himler geldi, anatema iyice melankolik olup ev ev dolaşmaya başladı nerdeyse. neyse diyeceğim o ki gotik camia da genişledi ve görüyorum ki hayatın her bir yanına girmeye başlamışlar. yemekteyiz isimli tadından yenmez programda gördüm bir kızcağızı. konsept uyarınca önce pazara gitti sebzesini neyim aldı. manavdan güzel kızımıza pembe bir yumoş hediye etmezler mi, ederler tabii. kızımız da meğersem pembeyi çok severmiş, her ne kadar hep siyah giyiniyor olsaymış da.

mutafağa gelindi. kızımız kendince ortalığı katop karıştırdı, kendinden müzik kariyerinden taksimde çıktığı bardan felan bahsetti bi ara. ne kadar güçlü bir sesi olduğunu söylerken kendine şebnemciğini örnek aldığını belirtmeden geçemezdi -ya da geçti mi. türkiye'de gotik olmanın, kendisine çevrilen gözlerin yargılar bakışlarından bahsedecekti belki, ben kanalı değiştirdim.

geri döndüğümde her gotik kızın yanındaki uzun saçlı erkek nerde diye merak ediyordum. çok da bekletmedi beni kereta. elinde gitarıyla giriverdi kapıdan. türkiye'deki her gotiğin içinde yerini aldığına inandığım küçük şebnem, küçük özlem çıktı ortaya geniş bir repertuarda eğlendirdi insanları.

Gordan Giriček

  • 0


nba'e gitmeden önce en sevdiğim avrupalı oyuncuydu. nba'de pek kendini gösterebildiği söylenemez halbuki ginobili'den sonra onun da bir takımın temel taşlarından olmasını bekliyordum olmadı. döndü avrupa'ya hem de istanbul'a. en son sakatlandı haberini almıştım bugün izmir'deki türkiye kupası yarı finalinde efes pilsen'e karşı oynadığını görmek mutlu etti beni. arayı soğutmayalım gel sana üsküdar'da kahvaltı ısmarlayayım gordan, sonra da tek pota maç ederiz ne dersin?

benjamin button

az evvel dediğim üzere haftasonuna yılın iki hit filmini izleyerek girdim. bunlardan ikinci olanı da hem yönetmeni hem de senaryosunu oluşturan öykü nedeniyle büyük bir merakla beklediğim
the curious case of benjamin button idi.
filme geçmeden önce filmin de senaryosunu oluşturan öykünün duyduğum en ilginç düşüncelerden biri olduğunu belirtmek isterim ki yaklaşık bir yüzyıl sonra aynı fikir benim de aklıma gelebilmişti.

filmde herkesin başlıca yakınma noktasını oluşturan ilk bir saatin çok yavaş geçişi ve sıkıcı oluşundan ben de yakınmayayım -sanki böyle söyleyince yakınmış olmadım. böyle bir yakınma bir yana hele ki yönetmen fight club, seven gibi başarılı filmlerin yönetmeni olunca böyle bir hikayeden çok daha fazlasını çıkarabilmesini beklerdim kişisel olarak. kişisel hoşnutsuzluğumda bunun da etkisinin olduğunu belirteyim eğer bu beklentiyi çıkartacak olursam filmin uzunluğunun ve bazı kısımlarda çok takılmasının verdiği sıkıntı dışında filmi gayet beğenedebilirdim.

başrol oyuncularına değinmeye bile gerek duymayarak film ile ilgili oscar tahminimi yapayım bu arada, makyaj dalında olan dışında belki bir tane daha ödül alabilir görüşündeyim ama o da büyük ödüllerden olmayacaktır diyorum ben.

son söz olarak keşke benjamin button'ın yaşam evrelerine ve daisy ile olan aşkına ayrılan -daha fazla- süre daha eşit dağıtılsaydı. bence o zaman film bir seviye daha yukarı çıkabilirdi ve david fincher'ın bir diğer unutulmaz filmi olabilirdi.

aklımdan fitzgerald'ın kitabı nasıldı düşüncesi de geçmiyor değil ?

changeling

if! istanbul film festivalinin evde dvd izleme bölümümde haftasonuna girerken kısa aralıklarla 2008'in iki hit filmini ardarda izledim. filmlerden ilki muhafazakar bildiğim ancak muhalif görüşlerini söylemekten de geri durmayan -gönüllerin kovboyu- client eastwood'un sanki angelina jolie oscar alsın diye çektiği film changeling.

eastwood ustanın son zamanlarında bile bu kadar üretken olması -ki çektiği filmlerin de daima belirli bir seviyede olduğu göz önüne alınırsa- gayet sevindirici benim için. yoksa kendisi için öldürmeyen allah öldürmüyor demek de mümkün olabilirdi. hem şahsi kanaatimce hem de çevremden duyduklarımda bu filminde anne rolünü angelina jolie'ye vererek oscar pası vermiş olduğu düşüncesini edindim. amma velakin oscar gelir mi gelmez mi muallak netekim diğer adayları izlemiş değilim, medyaya sızan oscar sonuçlarına göre alamamış görünüyor. diğer oyunculara değinecek olursak john malkovich, kilisenin muhalif rahibi rolünde başarılı olmak bir yana -ki kendisinin en kötü performansının bile başarılı olacağı düşüncesindeyim- bağırdığı anlarda bile yansıttığı kibar ifadeyle çok etkileyici.bunun dışında polis'in iğrenç yüzünü yansıtan yüzbaşı rolündeki abimiz oldukça başarılıydı öyle ki bir ara kendisine annemin beddualarını yöneltirken buldum kendimi -ne hale getirdin beni.

film oyunculuklarıyla başarılı olsa da benim filmde en beğendiğim yön 1920'lerin atmosferini bu kadar başarılı yansıtabilmesi. tramvayla yolculuk sahneleri çok eğlenceliydi. ayrıca film müziklerinin de çok başarılı kullanılmış olduğunu düşünüyorum, filmin hüzünlü etkisine katkısı büyüktü -film biter bitmez filmin tema müziğini indirdim bilgisayarıma. sonuç olarak ne eastwood'un en iyi filmi ne de yılın en iyi filmlerinden ama sıkılmadan izlenebilecek, zaman kaybı olduğunu düşündürtmeyecek bir film changeling.

Son of Rambow

  • 0


if film festivali geldi de geçiyor ya malumunuz. ben de şimdiye kadar festival kapsamında üç filmi izleyebildim -öhöm öhöm. izlediğim filmleri sonradan -yine çalakalem bir şekilde- yazmaya çalışacağım ancak şu ana kadar en çok -yukarda resmi yer alan- son of rambow filminde eğlendiğimi belirtmek istedim. festivalin torrentini indirip izleme bölümünde yer alan son of rambow bana biraz geçen sene izlediğim -jack black ilen mos def'in oynadığı- be kind rewind'ı anımsattı. netekim burda da ufaklıklar rambo: first blood'ı izleyerek çok etkileniyor ve kendi rambo versiyonlarını çekmeye koyuluyorlar tabii hikaye benim anlattığım kadar düz ve sıradan değil. birkaç dizi ve filmde daha rastladığım ingiliz/fransız çekişmesi de ilgi çekici. bu nedenle eğer ki imkan bulabilirseniz bu filmi izlemenizi salık veririm.

dipten gelen not: eğer ki festival bitmeden bir film izlemek isterseniz benim yerime the good,the bad,the weird'a gidin emi!

sen yazmayınca dünya duruyor, insanlar ne yapacağını bilemez hale mi geliyor sanıyorsun, yanılıyorsun dostum hem de çok fena.

yukardaki replikvari cümleyi kendim kendime söylemekten başka çarem yok netekim yazdığımın farkında olan bir ben var benden içerü. ortaya sununca kendimi ben sanıyorum ki, bi geri çekilsem dünya duracak yazılarımı okuyamayanlar günlerini sıkıntıdan patlayarak geçirecek. ama kendimden gördüğüm üzere alakası yok. ortalıkta tonlarca blog, her türden yazı varken aman da kendim de yazmamışım diye sıkıldığım olmadı hiç. sadece belirlenemez bir dürtü sanki yazmam gerekiyormuş gibi bir his veriyor vücuduma belki pankreasımdan salgılanan hormondan belki kanımda dolaşan fazla kolestrolümdendir bilemiyorum. velhasılı kelam bunca laftan sonra da bişey değişmeyecek bazen yazacağım bazen yazmayacağım, böyle şeyler işte okur.

rapçili metal

  • 0
sen beni bırakıp gittiğin zaman
dönmemişti kezban fransa'dan
belki öğrenmişti sosyete kurallarını ama dönmemişti daha
balık tutmaya gidiyoz biz diye çıktıysam da evden
misinama daha hiç çarpmamıştı balık
hava ağarmak üzereydi

geri geldiğinde
geçmişti
mars denen kızıl gezegenin
o dünyaya en yaklaştığı zamanlar
rapçili metal iyice sağlamlaştırmıştı yerini yurdumda
artık misinam yoktu, hele sapanım hiç yoktu
ama sen vardın
gidenlerin yerini doldurmazdın ama vardın

the origin



yolda yürürken dinlemeyi en sevdiğim, haggard'ın tales of ithria albümünün introsudur yukarda yerini alan. sıradan hayatıma epiklik -o da ne?- katan -epik dedim de herkülü oynayan napıyordur şimdi- nadide -nadide diyince nadide sultanı anmadan geçmek olmaz- unsurlardan biri kendileri -biraz zorlama olacak da kendi deyince de wataşiba kendi şehre inmişti bi ara noldu sonradan?

the crying light

  • 0


son bikaç yıl içinde dinlemeye başlayıp da sevdiğim indie gruplarından biri antony and the johnson's.2009 başında nete sızan albümlerini dinleme fırsatı bulmamla bir de böyle birşey var demek istedim, bilmeyenlere. the crying light albümü dinlediğim daha eski tarihli albümlerine göre daha karanlık bi yapıya sahip. herkese ev ödevi Epilepsy is Dancing'i bir kere olsun dinleyin antony'nin sesinden etkileniceksiniz diye düşünüyorum.

john adams



güzel dizilerin cenneti hbo'dan geçenlerde verilen emmy ödüllerinden de eli dolu dönmüş mini dizisinden bahsedeyim biraz da. dizimiz adından da belli olduğu üzere john adams isimli şahsın hikayesini anlatıyor ki kendisi amerika'nın ikinci başkanı ve kurucularından birisi imiş. dizide adamımızdan hareketle amerika'nın kuruluş kararının siyasi mücadelesi ve kuruluş sonrası siyasi oyunlarına yakından tanık olma hikayesini mercek altına alınıyor. iki kelam da oyuncular üzerine söylemek gerekirse bütün oyuncuların sırıtmadan dönem havasını verebildiğini söyliyebilirim ancak john adams rolünde paul giamatti ve onun eşi rolünde laura linney hiç aşırılığa kaçmadan gayet sade biçimde oynamalarıyla ekstra bir puanı hakediyorlar.

alın size diziden hareketle bir de araştırma ödevi (bkz: thirteen colonies)
balkanlardan mı geldi
içimdeki engellenemez hüzün
yoksa içimde biriken sıkıntı bulutlarının sonucu mu
içime akan yaşlar
nerden ithal ettim
bilemiyorum bu duyguları
ama çok sıkılıyorum senden hayat

previously on open doors

  • 0
bir hayatta yer alan kocabaşlı etkenlerin hepsi bir anda pozitife çevirirse yönünü ne olur sorusuyla başbaşa kalmıştım tam. ne oldu tahmin et, evet bildin, dönemecin ucunda beliriverdi bay ve bayan balkanlar üzerinden gelen soğuk hava dalgası. aniden bulutlarını doluşturdular tepeme, her ne kadar istanbul'un havası bu napacağı belli olmaz açar belki güneş birazdan dediysem de, avutmaya çabaladıysam da kendimi olamadı. önce hafiftan atıştıran yağmur kara, kar tipiye çevrildi, o sert rüzgarla yüzüme yüzüme vurdu gerçekleri bay ve bayan, hayatımın her bir yanına sa(I)çtı . bu andan itibaren içime yayılan rahatsızlık hissinin verdiği uyuma hissiyle dalmışım.

uyandığımda power rangerslar tek bir vücutta birleşmiş düşmana karşı mücadele ediyorlardı, mücadele çok zorlu geçeceğe benziyordu. ortalığa saçılmış diz boyu gerçek hayatı benim için yürünemez bir yol haline getirmişti ki -burda işte o geldi demek uygun düşerdi galiba ama hem bu kolaycılık olurdu hem de ama işte, annemin sözünü dinlemeyerek ayaklarımı sıcak tutacak patik diye tabir edilen kalın çoraplardan almadığıma pişman oldum netekim ayaklarım donmak üzereydi. kendimi, burdan çıkmamı sağlayacak ışığa doğru itelemeye çabalarken bilmiyordum arama kurtarma ekipleri mi peşimdeydi ya da beni özleyen birisi çağrı bırakmış mıydı. tek bildiğim uykumun geldiği ve ayaklarımın üşüdüğüydü. gerçeklerin dondurucu soğuğunun altında kalan vücudum kardan adam motifli battaniyemin içine girip sonsuza dek uyumak istiyordu, yanlış anlaşılmasın dolaylı bir ölüm tasviri yapmıyor yazar burda, uyumak ta ki gerçekler artık gerçek olmaktan çıkıp da yazın dayanılmaz sıcaklığında eriyene kadar, evet evet yazar burda metaforik -öeh- bir kış uykusu tanımı yapıyor.

yukardaki yazım anadolu lisesinin hazırlık sınıfında ingilizce kompozisyon ödevimi hazırlarken yaşadığım ingilizce problemleri nedeniyle kaleme alınmış olup zamanın edebiyat çevrelerinde büyük heyecan uyandırmıştır.

şaka lan şaka sömestr geldi kendime sıcak yatağımda keyif yaparken bu sabah yazdım. haydin yat artık yarın erken kalkıcaksın.