Serengeti Hikayeleri

Serengeti Hikayeleri

  • 0

yer aldığı uçsuz bucaksız düzlüklerden dolayı serengeti adını almış topraklardayız artık. yıllarca samanyolu tv'de izlediğim kratt kardeşlerin çeşitli çılgınlıklar yaptığı o bozkırda. kratt kardeşleri izlediğim bozkır, o tahıl ambarı geldi aklıma buraları görünce.. diyesi oluyorum. boğazımda tıkalı kalıyor kelimeler. arabamızın tam da benim oturduğum tarafında dişi bir aslan peydah oluyor. beraber aynı yöne ilerliyoruz da dönüp bir bakmıyor bile. bu arada çocukluk nostaljisi de yarım kalıyor. e vahşi yaşam insana tüm çocukluğunu unutturuyor tabi, yalan oluyor o çölleşmekte olan tahıl ambarı da.

dün gece bob marley'in oğlu ziggy marley ile adaş olan rehberimiz, yani adamın adı ziggy, bir başka grup için bizi arkada bırakmıştı. şimdi, ilerde sıklıkla kuşak çatışması yaşayacağımız mümin rehberin zamanı başlıyor. 
e be mümin kardeşim.. e be mümin kardeşim.. siz namaz kılıyonuz mu bakiym diye lafa girip, devamını biz müslümanlar niye birbirimizle savaşıyoruz ki çok saçma, hepimiz kardeşiz haksız mıyım.. şeklinde getirip, hem de bizden nasıl bu sohbetin içinde yer almamızı bekliyordun? bizim için başlamadan bitmişti herşey.

o gün, şansımızın da yardımıyla.. şansımızın.. ne şanslı günlerdi be onlar.. burda birşeyi belirtmem gerekiyor. safaride şans kavramı çok önemli. futboldaki top bizi sevmedi meselesinin bir türevi de safari için geçerli. eğer doğa sizi sevmez ise vahşi yüzünü, aslanını, zebrasını felan sizden hep gizler. yani safari maceramız boyunca bize öğretilen bu oldu. uslu olmazsak doğa bizi sevmez imiş, bir bok da göremezmişiz

***
 
pagan kardeşlerim! doğanın sevgili kuluymuşuz ki, safari maceramızda bir leopar ailesinin parçalanmaktan nasıl kurtulduğuna, bir sırtlanın ekmeğini nasıl taştan çıkarttığına şahit olduk. hem de ikisi aynı hikayenin içindeydiler. şimdi hikayenin aktörlerinden dinliyoruz..

anne leopar: o gün erken saatlerde, iki oğlanla uzun çalıların arasından usul usul ilerlerken bir yandan da ilerdeki impala grubunu gözlüyordum. ara ara, birbirlerini itip kakarak şakalaşan çocukları uyarıyor, onlara kaç gündür midemize bir lokma girmediğini, artık avlanmamız gerektiğini söylüyordum. söylüyordum da kime, nato kafa nato mermer.. bir kulaklarından giriyor, diğerinden çıkıyor haylazların. bilirsiniz biz leoparlar çitalar kadar hızlı hayvanlar değiliz, aslanlar gibi grup çalışması da yapmıyoruz, tek tabanca takılıyoruz. çocuklara da bunu öğretmeye çalışıyorum, ilerde ben olmayınca napıcaksınız diyorum ama.. ben söylüyorum ben dinliyorum. bizde dert bitmez efenim, sizi daha fazla bunaltmıyayım. kısa bir koşturmaca sonrası impalalardan daha gençce olan birine dişimi geçirebildim. çocuklar da sağolsunlar yardım ettiler de bu gördüğünüz ağaca kadar sürükledik. ben avla birlikte önden ağaca çıktım,  çocuklara da daha önce öğrettiğim gibi yanıma gelmelerini tembihledim. ne var ki aha şu gerizekalı çıkamadı ağaca. bakın, hala da aşağıda! ara ara impaladan parçaları aşağı atarak beslerim biraz dedim. bir parça attım ki sonrasında işte o uğursuz sırtlan geldi, devamı da malum..

sırtlan: öğlen sıcağı geçip de hava biraz serinleyince biraz ayakları açayım, hem de etrafı kolaçan ederim diye gezintiye çıkmıştım. her gün takip ettiğim bir de rotam var. eh yine o rotada ilerliyordum. şimdilerde böyle her gün aynı rotada yürümenin beyni tembelleştirdiğini, çeşitli hastalıklara yol açtığını söylüyor arkadaşlar. lakin ben kaç yıllık sırtlanım, o kadar yıldan sonra alışkanlıklarımı değiştirmem de pek kolay değil. doğa anadan başka korkacak birşeyim yok diyorum onlara da. ah, nerde kalmıştık.. çalıların arasında ilerlerken yolun karşı tarafındaki ağacın üstünde bu leoparları gördüm, avladıkları impalayı afiyetle yiyorlardı. şimdi şunu belirtmek gerek, bu leoparlar öyle çok güçlü hayvanlar olmadığından hem de genelde yalnız takıldıklarından avlarını ağaçlara taşır, orda zıkkımlanırlar. e bunları görünce midede bir hareketlenme oldu tabi ama yapcak birşey yok, ağaca çıkamıyoruz biz, öğrenmemişiz.. derken ağacın altındaki yavruyu gördüm ve kurmaya başladım hemen planı...

ağaca çıkamayan yavru leopar: ne diyebilirim ki. annem daha önce bir kaç kez nasıl ağaca çıkılacağını göstermişti. e biz de denemiştik kardeşimle, çıkmıştık da. yani düşünüyorum, o ağaçlara çıkması mı daha kolaydı, yoksa sabah kırılan tırnağımdan dolayı mı oldu böyle, bilmiyorum. çıkamadım işte çıkamadım, çıkamadım, çıkamadım. tekrar tekrar denedim de olmadı. kardeşim çıktı bana hava atıyor yukardan.. annem diyordu hep tek başına yaşamayı öğrenmelisiniz diye, ben de içimden benim kardeşim var, birbirimize göz kulak oluruz biz diye geçiriyordum. al işte göz kulak, impalayı yalıyor pis herif. kaldım ben aşağıda neyse ki annem bir kaç parça attı aşağı. işte şu sırtlan da çıkıp gelmeseydi...

sırtlan: önce şunu bilmeniz gerek; yetişkin bir sırtlan olarak benim gücüm anne leopara yetmezdi. gücümle böbürlenecek kadar kendini bilmez değilim. ha ama ortada yavru bir leopar olunca işler değişti. planım yavruyu korkutup annenin aşağı inmesini sağlamaktı. böylece av (impala) da aşağı inmiş olacaktı. sonrasını doğaçlama ile halledebilirdim. işte siz de gördünüz, pek bir zorluk çıkmadan kapıp kaçabildim leoparların avını.

anne leopar: yavrumu o sırtlanla karşılıklı görünce nevrim döndü, impala felan düşünemez oldum. o arayı tam hatırlayamıyorum da önce impalayı attım aşağı heralde, alsın siktir olup gitsin diye. baktım ben inene kadar da impalayı kapmış kaçıyordu zaten. bizim ufaklığı bıraktı diye mi sevinsem, avımız gitti diye mi üzülsem bilemedim. 
yarın yeni bir gün olacak ve bizim bu yeni günde yeni bir av peşine düşmemiz gerekecek. umutsuz muyum, hayır. doğa ana rızkımızı verecektir. hem ne diyorsunuz siz, enseyi karartmayalım. değil mi?








Masai İnsanları

Masai İnsanları

  • 0

geçen arabalara el sallayan, beyaz makyajlı, siyah kıyafetli çocuk formunda karşılaştık önce onlarla. toplumun gerçek bir üyesi, bir savaşçı olmadan önce tamamlamaları gereken bir başka sınavın içindeydiler. aradan yıllar geçip de o gün gelince onlar da köylerini ziyaret eden turistlere geleneksel dansları ile hoşgeldin diyecekler. ama önce kırmızı kıyafetlerini giymeyi haketmeleri gerekiyor.

masai köyünü ziyaret ettiğimizde, bizi köyün önde gelen isimlerinden, robert mahlaslı bir arkadaş karşılıyor. robert, çocukken dil öğrenmeye büyük şehre gönderildiğinden, gelen turistleri karşılama ve bilgilendirme görevi atanmış isimlerden birisi. bize masai kültürünü oluşturuan popüler elementlerden bahsedecek ilerde. ama önce masai dansı var. masailerin bu ritüelini izleyip bir yandan da fotoğraf çekerken içimdeki jüri üyesi susmak bilmiyor. biraz sallamışlar mı ne, özellikle de dans kısmını. müzik de daha renkli olabilirdi hani, bir kaç enstrüman daha ekleseler ya.

dans bitince köyün çeperlerine doğru yöneliyoruz. içerde bize masai zıplamasından en güzel örnekleri sunacaklarını söylüyor robert. ve ekliyor hemen, hatta uslu birer çocuk olursanız siz de dahil olabiliriniz bu eşsiz ritüele. aklımda, onlardan daha fazla zıplarsam ben de kabileye dahil olabilir miyip acaba sorusu. soruyorum robert'a. hali hazırda sünnetli olduğumu, çocukları toplum dışına iterek yaratmaya çalıştıkları yabancılaştırma efektine de onlarca filmde maruz kaldığımı belirtiyorum. ne var ki müstehzi bir gülümseme oluyor tek elime geçen. 

zıplama ritüeli sonrasında, bizleri böl-yönet taktiği ile ayırıp bu kez evlerinin içinde misafir ediyorlar. bana evini açan, michael mahlaslı bir vatandaş. ikibuçuk metrekare büyüklüğünde bir alanda,  poligaminin nimetlerinden bahsediyor bana. ben ise tısısısısss efektli gülme stilimi geliştirmeye çalışıyorum. poligami konusu hafifleyince en çok merak ettiğim konuyu açma sırası geliyor artık. 

ben: michael, masai'lerin bitkisel yiyecekleri hayvanların besin kaynağı olarak gördüklerini, yemeyi reddettiklerini, sadece süt, et, kan gibi hayvansal besinler ile beslendiklerini biliyorum. batı medeniyetinde popülerliği giderek artmakta olan vegan akım da bunun zıddı bir düşünceyi savunuyor. bir üçüncü taraf olarak görecek olursak benim gibiler de ne kababından ne de karnabahar kızartmasından vazgeçiyor. gelmek istediğimnokta şu ki; türkiye'ye gelerek bu konunun tartışılacağı bir münazarada bir veganın karşısına çıkmak, görüşlerini savunmak ister misin? 
michael: hayır

aklımda hep net adam olarak kalacaksın michael.

ilk günden beri sokaklardaki afişlerden takip ettiğimiz, ilerde belki daha detaylı da bahsedebileceğim bir de seçim atmosferi mevzusu vardı tanzanya'da. masai köyünden arda kalanlardan birisi de seçim üzerine gerçekleştirdiğimiz kısa bir konuşma oldu. köyün marketinden alışverişimizi yapıp robert ile tekrar buluştuğumuzda, ona bir kanaat önderi olarak yaklaşan seçimler ile alakalı ne düşündüğünü sordum. daha önce yaptığım bir konuşmada seçimlere iki hareketin girdiğini, bunlardan birisinin kurucu ideolojiyi temsil ettiğini diğerinin ise kurucu partinin içinden çıkmış yeni bir parti olarak şekillendiğini öğrenmiştim. robert, büyük umutlar beslediğim bu soruyu tam bir siyasetçi kıvraklığıyla yanıtladı. oyumuzu kullanacağız, seçim demokrasisine inanıyoruz. bu yanıt ile tanzanya'daki vatandaş gazeteciliği maceram büyük bir yara almış olsa da pes etmiyecektim.






Hergün Bir Şarkı Adeta #49

  • 0
dinleyici olarak pek bir ilişkim olmadı lakin blues'u besleyen damarları biliyorum. şimdilerde o damarlar dünyanın mültecilerinden besleniyor. 

peki. sorularıma başlıyorum. mülteciler bizim farinelli'lerimiz mi olacaklar, hani şu ergenliğe girince sesini kaybedeceği için hadım edilen çocuk, yani onların acılarından beslenen şarkıları dinleyip sevgilimizden ayrıldığımıza mı üzüleceğiz, öyle mi olacak? peki sahilde yüz üstü uzanmış soğuk bir çocuk bedeninin altın oran göz önünde bulundurularak çekilmiş bir fotoğrafı bize insanlığımızı mı hatırlatacak? belki bir süreliğine hatırlatır, yemek yerken yanımıza gelen çocuklara bozuk paralarımızı veririz. ya da onlara tavuk döner alırız. peki sonra?

***

ayı yogi'nin bir bölümü vardı. ayı yogi ve çetesi, nuh hazretlerinden ödünç aldıkları uçan gemileri ile bir adaya gidiyorlardı. bu adada, bir ısırık aldığın muza devam etmiyordun, atıyordun çöpe. öyle bir ada. cennet mübarek. muz örneğini de veriyorum ki anlayın olayın çılgınlık boyutunu. öyle de bir bolluk vardı ortada. ve pek tabi bir süre herşey çok güzel gitti. zamanlar geldi, zamanlar gitti. kahramanlarımız yedi, içti, eğlendiler. lakin ben izlerken böyle devam etmeyeceğini, olayın içinde bir hinlik olduğu hissediyordum. onları misafir eden güleryüzlü adam mesela, bir türlü izin vermiyordu ellerindeki yiyeceği bitirmelerine. arkadaş bırak adam iki ısırık alsın, nolacak? yok efendim neymiş, bir ısırık. sonra, hoop hemmen salla çöpe. ama işte dedim ya böyle devam edemezdi. içlerinden birisi de bana hak vermiş olacak, bence bobo'dur o da,  bunda bir yanlışlık olduğunu anladı. ilk baştan beri onun da kanı kaynamamıştı ev sahibi adama. zamanla diğerlerine arkada dönen dolapları falan gösterdi. sona gelirken de, bu düzenden sorumlu kişiyi cezalandırdıktan sonra terketti bizimkiler adayı. son. biz de bir ders çıkarmasak mı ayı yogi ve arkadaşlarının hikayesinden ya da ne bileyim bu tüketim alışkanlıklarımızda bir yanlışlık olduğunu görmek için ne olması gerekiyor?
Columbus ve Sokak Sanatı Üzerine

Columbus ve Sokak Sanatı Üzerine

batı diyarında, her ekim ayının ikinci pazartesi günü kutlanan bir gün var. kendileri columbus day diyorlar. amerika'nın keşfedilişinin de yıldönümü olan bu günü insanlar geçitlerle, çeşitli eğlencelerle danz danz danz şeklinde geçiriyorlar. ben de acaba eğlencelerini nasıl daha da arttırabilirim diye düşündüm. columbus day mi geldi, hadi dostum sıkılmadın mı artık her sene aynı geçitlerden! gidip tanımadığınız insanların evlerini işgal edelim ve columbus'u onurlandıralım.. biz yeterince eğlendikten, onlar da yeterince eziyet çektikten sonra, tabi son bir selfie çekmeyi de unutmadan, tamamlarız günü

böyle anlatınca funny games geldi aklıma. neyse ki herkes bu günün kutlanmaya değer bir gün olduğunu düşünmüyor. mesela kimi güney amerika ülkeleri bu günü amerika yerlilerinin çektiği acıları anma/hatırlama günü olarak geçiriyor artık. evet, bazı ülkeler hala bu günü kutlamalarla geçiriyor.  lakin bu seneki kutlamalara en güzel yanıt amerika'nın kuzeyinden gelmiş. detroit'teki columbus heykelinin kafasına bir balta saplamış anonymous kişiler. bununla da yetinmeyip kafasından aşağı da bir güzel kırmızı boya dökmüşler ki columbus'un, işte sanat budur dedim fotoğrafı görünce.

***

dün bir stencil peydah olmuştu londra sokaklarında. copy/paste insanları da bu konuda akıllarına gelen ilk isim olan banksy'e mal etmişler çalışmayı. banksy, bunu benim yaptığımı nasıl düşünebilirler demiştir herhalde. banksy kalitesine yaraşır bir iş değildi bana kalırsa. stencil bugün de bir takım kefenli insanlar tarafından saldırıya uğramış.
Korkuyu Bekliyorum Gözlerim Kapalı

Korkuyu Bekliyorum Gözlerim Kapalı

  • 0
yeni felaketimizi bekliyorum. beklerken boş durmiyim dedim, bir yandan da son günlerde kendime sorduğum soruların yanıtlarını arıyorum. ama önce, geçtiğimiz günlerde dinlediğim slavoj zizek röportajından aklımda yer etmiş bir düşünceyi paylaşmak istiyorum. bunu iklim değişikliği konusunda konuşurlarken söylemişti filozofumuz. tek şansım olabildiğince kötümser olmak ve bir an önce felaketimizin gerçekleşmesini ummak. bu şekilde gelecek felaketten pay çıkarıp kendimizi revize etme yoluna gidebiliriz. hem yeterince kötümser olunca arada, iklim mücadeleri gibi, iyi birşeyler gerçekleştiğinde da mutlu olabiliyorum. beynimde nadasa kalmış bu düşünceler zaman içinde fermente olarak başka bir şeye dönüşmüş de olabilir. bilemiyorum. ama eğer öyle ise bile, bence bu da güzel bir fikir be. zizek,  bunu bir düşün istersen. 
ben de kendi düşünce çeperimde bir zamandır büyük şehirlerden birinde gerçekleşecek bir felaketin güneydoğu'yu anlamakta güçlük çeken insanların kendilerini gözden geçirmelerine neden olup olmayacağını düşünüyordum. cizre'de insanlar günlerce sokağa çıkma yasağı altında yaşarken bizim hiçbir şey olmamış gibi hayatlarımıza devam etmemizi kabullenemiyorum. cumartesi günki katliam sonrası da ister istemez bu düşüncemden suçluluk duydum. kendimi, insanların hayatları üzerinde deney yapan canavar bilimadamı gibi hissediyordum. düşünceye geri dönersek, eskiden kürtlerin düşmanı dostumdur, ışid'e de bence böyle bakmak gerekir şeklinde düşünceleri olanlar artık en azından bu düşüncelerini kendilerine saklarlar.   

şimdi gelelim sorulara, daha önce yaptığım(ız) kabuller üzerine sorular. demedi deme bizi bu yaptığımız ön kabuller bitirecek aysel. 

hepimiz, devletin supervised learning algoritması tarafından eğitilmiş yapay zeka denekleriyiz.

sevgili başöğretmenimiz, devlet baba! 
hatırlar mısın taa yıllar önce, bize suyun kaynamasından, hendekler kazılarak yayılan bir dinden ve pek tabii tü kaka denilecek örgütlenmelerden bahsetmiştin. sana ne kadar müteşekkirim, anlayamazsın. şimdilerde yine senin o bilge sözlerine ihtiyacım var. hayatıma yeni örneklemler girdikçe, sınıflandırmam bozuluyor. kimyasal bir tıkanıklık yaşıyorum. gayrı öyle bir hal aldı ki, bünyem eski veriler üzerindeki sınıf etiketlerini de tartışmaya açmış durumda. ben ise direnmeye çalışıyorum. venceremos! yine de işler fenaya doğru gidiyor. bu gidişe bir dur demezsek beni bir kez daha eğitmen gerekebilir. bu duruma nasıl mı geldim, hemen anlatayım.

yine günlerden bir gündü. çok da uzak olmayan diyarlarda insanlar ölmeye devam ediyordu. biz ise izlemeye. tarım ve hayvancılıktan sorumlu bir arkadaşım, bir anda tutkuyla uruguay'ın (eski) cumhurbaşkanından bahsetmeye başladı. kendisinin, aman da ne kadar tonton, ne kadar da babacan ve hatta yanakları sıkılası bir kişilik olduğundan bahsetti. ben yeter diyesi oldukça daha bir şevkleniyor ve dur durak dinlemeden bay mujica'yı güzelliyordu. konuşmasının bitmesini sabırla bekledikten sonra konuşmaya başladım. ama arkadaşım, bu kahrolasıca adam zamanında tupamaro gerilla örgütünde iş tutmamış mı? (affet beni devlet baba, gerilla dedim ama biliyorum terör örgütü demem gerekiyordu) bu örgüt çok pis bir örgüt, seni bu adam hakkında konuşurken kullandığın kelimeleri tekrar düşünmeye davet ederim. dedim.

tupamarolar 1968 dolaylarında gitgide artan şiddet eylemleriyle kurulu düzeni ciddi biçimde tehdit etmeye başladılar. cephaneliklere baskınlar düzenlediler, binaları kundakladılar, özellikle siyasetçileri hedef alan adam kaçırma eylemlerine, subaylara ve polislere yönelik suikastlere giriştiler.

sevgili arkadaşım ne dese beğenirsin, artık örgüt mü kaldı yahu, adam devletin başına geçmiş sen hala neyin peşindesin. hem bak demin anlatırken atladım. mujica maaş da almıyormuş, yoksullara bağışlıyormuş hep. adam tam bir sosyalist. ben ne desem beğenirdin devlet baba? yeter gayrı dedim. bana böyle popülist söylemlerle gelme, dedim ve derhal kalktım masadan. ayakta devam ettim konuşmama. bağış nedir arkadaşım, eğer sen o mevkiye geldiysen bağış yap diye değil, sistemi düzelt diye geldin, senden sonra gelen (tabare vazquez) bağışlamayacak o zaman n'olacak o fakir insanlar hiç düşündün mü? anlamıyorsunuz hiçbirşeyi. dedim ve terkettim sahneyi. kafam o kadar karışmıştı ki bir yerden sonra karşımdaki arkadaşım değil de sanki mujica'ymışcasına devam etmiştim devlet baba. hala inanamıyorum, tam bir delilik haliydi.

biz ki, sizi doğru kararlar verebilesiniz diye binlerce örnek içeren veri kümeleri ile eğittik.

işte böyle. şimdi düşünüyorum da bu gerilla denilen nane güney amerika'dan çıkmış terör örgütlerine verilen yerel bir isim olmasın mı? hatırlıyalım, eğitildiğimiz o zamanlarda bize yüklediğin o örnekler nelerdi. pkk demiştin, terörist diye inletmiştik sınıfı. dhkpc demiştin, çığırmıştık amansızca. şeriat isteyenler demiştin, bir yandan avazımız çıktığı kadar bağırırken atatürk rozetlerimizi göstermiştik birbirimize. gururla. 

şimdi gelmiş, tupamaro diyorlar, zapatista diyorlar, farc diyorlar.. ne diyeceğimi. nasıl sınıflandırcağımı bilemiyorum devlet baba, bana sahip çık!

gerillalık, yıllar boyu süren ve sonunda hep güney amerikalıların kazandığı bir mücadeledir.
Kolektif Hüzün

Kolektif Hüzün

  • 0
kolektif hüzün diye bir tabir var. cümle içinde kullanıyorum. misal ben sana diyorum ki turgut özal öldüğünde nerdeydin, ne yapıyordun? sen de diyorsun ki bana; önce şu bıyıklarındaki ayranı temizle, sonra devam ediyorsun ütü yapıyordum falan heralde ne bileyim. ben de sana diyorum ki o zaman, üzgünüm ama biz ikimiz bir toplum olamayız aysel ve kalkıyorum masadan, müsait bir yerde iniyorum hayatından. fin. 

aaah ah! hepimiz öyle üzülmüşüz ya hani turgut özal öldü diye (daha doğrusu ben öyle sanıyormuşum) ve turgut özal da bizim ortak bir değerimizmiş mesela (yine benim hatam) ve biz aynı toplumun altındaki bireylermişiz gibi (artık değiliz, tüm o balıklar için teşekkürler yine de) devam etmişiz yıllarca. işte böyle birşey, bilmem anlatabildim mi ve daha önemlisi ben anlayabildim mi acaba. 

gelmek istediğim bir nokta var benim! biz bir ne biçim bir toplumuz yahu ya da ne bileyim cidden bir toplum var mı ortada sanıldığı gibi.. korkuyorum herşey matrix'e bağlayacak diye, kamu vicdanı falan diyorlar ya bir de arada zedeleniyor felan, ne kastediliyor ben anlayabilmiş değilim. burdan geçelim en iyisi.

anayasa diye birşey vardı ya hani. sivili oluyor, askerisi oluyor. toplum ile devlet arasında imzalanmış bir tür sözleşmeydi değil mi, lise sınavlarının birinde çıkmıştır kesin hepimizin karşısına. hmm toplum olmayı burdan yakalayabiliriz belki de. lisede çıkmış ortak sorular. takdiri kaç puanla kaçırdık hepimiz, peki bir teşekkürü bile hak etmedik mi? neyse bir yere gelme amacındayım da kendime kar kürüyorum, biraz yol açılmış olsa gerek. yürüyelim. bir ülkenin iki temel bileşeni olmuş olsun, devlet ve onun toplumu. ben bu anlaşmanın toplum tarafında olduğunu sandığım insanların devlet ağzıyla konuşmalarına her gün tanık oluyor ve kendilerini nasıl devletleştirdiklerini hayretle (
evet ben de her insan gibi bazen hayret ederim) izliyorum. gerçi aynı insanlar işveren-işçi ilişkisinde de işverencilik oynama konusunda tarih yazıyorlar ki onu geçelim şimdilik. bir bireyin kendisini devlet sanması ne gibi bir psikolojik bozukluğa delalettir anlayabilmiş değilim. ta içinden gözlemleyebildiğim için, alevilerin asker aşkını stockholm sendromu olarak teşhis etmekte bir beis görmüyorum ama aynı masada yemek yediğim insaların "teröristler ölü ele geçirilmiş", "o önemli değil ya münferit bi olay sonuçta", "devlet aklı bunu gerektirir abi" gibisinden devlet ağzından söylemlerinin nedenini ortaya koyabilmiş değilim. eğer zorlarsam biraz. okulda, devlet tarafından beyinleri ele geçirilmiş insanların devlete olan platonik aşklarından başka birşey aklıma gelmiyor.

devlete en iyi uyum sağlayabilenin veya her şeye kayıtsız kalabilenin hayatta kaldığı türkiye evriminde herkese bol şans.

***

anlayamadığım konulardan açmışken bahsi, bir de -niyeyse- medar-ı iftiharımız aziz sancar vesilesiyle bir iki kelam etmek istiyorum. insan kelam etmek isteyince de sanki önemli birşey söyleyecekmiş gibi (belki de öyledir, kim bilir) oluyor. kendisinin türküm de türküm diye açıklamalarına ilk önce anlam verememiş sonra suçu bbc'nin andaval muhabirlerinde bulmuştum. şimdi son röportajını da okuyunca büyük bir hayal kırıklığına uğradım.

aziz bey nobel alarak, milliyetçilik virüsüne dair, milliyetçilik nöronlar arası kimyasal iletişimde yol açtığı hasar nedeniyle insanın doğru düzgün düşünmesini engelliyor mealindeki hipotezimi de çökertmiş oldu. tekrar tebrikler.