• 0
dünün/bi kaç gün öncenin olayı:

ben allah yazdıysa bozsunu bilirdim, dün otobüs beklerkene beşiktaş mevkiinde allah yazmamış olsuna şahit oldum. benim düne dair kaydadeğer gelişmem de budur.

ha bir de unutmadan, geçen gün bir mail aldım laubali bir dillen yazılmış.
napiyon, para/kız/kumsal/mandalinakokusu, istediğin herşeyi elde edebildin mi diye soruyor beyfendi. kim olduğunu idrak edemedim bi süre sonradan düştü jeton meğersem 3 yıl önceki benmişim o la la la lauuubali. sanal ortamda karşı karşıya gelince üç yıl önceki yansımamla, einstein teorileri ispatlamış da, dr. emmett Brown ile zamanda yolculuğa çıkmış sonra plütonu bitmiş hissine kapıldım ister istemez. ama kısa sürdü. bi çay demledim, kendime geldim.
  • 0
ding dong. ekşisözlük mevkiine taraf yollarda yüksek yoğunluk yaşanıyor. ding dong.

The Fall

  • 0
The Fall
bazı filmler izliyorum, biraz da şans eseri haberdar olmuşum varlıklarından. izleyince kendimi çok şanslı hissediyorum. bi mutlu oluyorum felan, garip duygular. işte bu film de belirttiğim kategoriye girenlerden. filmin ismini -the fall- şu an tam da kestiremediğim bir blogda duydum. fantastik afişi de ilgimi çekince ekledim azureusuma. birazcık spoiler. filmin başında yer alan büyük iskender hikayesi ilk başta filmden kopuk gibi gelse de karakterlerin hayata bakışlarını ve hayatın geri kalanına yorumlarını açıklama sı bakımından kısa bir giriş gibiydi. filmin geri kalanı hakkında herhangi bir şey söylemeye lüzum görmüyorum fakat. velet oyuncu klasmanındaki küçük kızımızın oldukça üst noktalarda oyunculuk sergilediğini belirtmek gerek, oldukça doğaldı yumurcak. filmin esas adamı, daha önceleri dokunmayı seven kadınların dizisi pushing daisies'den hatırladığım -nihilist karakter- lee pace de oldukça iyiydi. netekim oluşturulan masalsı görüntüler de bu oyunculuk başarılarına arka çıkınca kaçırılmaması gereken bir film çıkmış ortaya.

iyi seyirler bayım.

Bolu'ya da Gittik Episode I

  • 0
Going to Bolu Vol. I-II


evet yanlış duymadınız. trabzon ile yetinmeyen bünyelerimiz planını bütçesini de yaparak bolu otobüsüne daldık. her ne kadar bolu'ya iner inmez köhne garajı nedeniyle hayal kırıklığı yaşamadık değil. neyse ki şehir merkezine doğru hızla kaçabildik. şehir merkezinde bir süre sudan çıkmış balık misali sağdan sola sürüklendikten sonra kendimizi abant minibüslerinin kalktığı yere attık.

abant'a ulaşım yaklaşık bir saat kadar sürdü. çevrede istanbul ve ankara gibi iki şehir olunca abant gölü parkı girişindeki over trafiği normal karşıladık. göl kendiliğinden fotojenik bir kimliğe sahip olunca ben de tonla portresini çekebildim kendisinin. neyse ki elimin donmasının da etkisiyle fotoğraf makinesini bırakabildim de göl etrafındaki parkuru dolaşmaya koyulabildik. göl etrafındaki sekiz kilometrelik parkuru dolaşırken çeşitli maceralar, eğlenceler yaşadıysak da bunların ötesinde çokca yediğimiz sucuk ekmeğin tadını özlüyorum şu post bayram günlerimde.

boludaki ilk günümüz bolu beyinin gölgesi altında aldığımız yeni çoraplarla sıcak bir şekilde son bulurken bolunun ikinci gününü de bu posta eklemeyi uygun gördüm. netekim bolu'daki ikinci gezimizdeki son günümüz olan bu perşembe günü en cafcafsız günümüzdü, neyse ki eğlenmeyi her şart ve koşul altında başarabilen insanlardık.

bolu'da en kaydadeğer iki kafesinde besinlerimizi tüketip kahvaltımızı yaptıktan sonra son yemeği köroğlu restoranda cağ kebabı+sac kebabı ile yapmak kaydadeğer bir son oldu. netekim bu kadarı bile yetmedi, yetmesi de beklenemezdi.

Trabzon'a Gittik Episode IV

Going to Trabzon Vol. IV


evet sevgili insanlar geldik trabzon gezimi(z)n son ayağına. dolu dolu geçen deliye her gün bayramımın 2.günü bugün. geçmiş günlerin gezintilerinin bünyelerde yarattığı hantallıktan olsa gerek daha fazla uyundu o gün. hatta otelin free kahvaltısı bile kaçırıldı - neyse ki dudu vardı hani geçen gün keşfettiğimiz. geniş çaplı kahvaltımızı yaya yaya yaptıktan sonra biraz geç de kalsak ayasofya'ya doğru yol almaya başladık.

sümela'dan daha bakımlı olması ve fresklerin yanında açıklamaların yer almasıyla ayasofya müzesi daha bir doyurucuydu bünyem için. uzuncaaa tekrar tekrar sağı solu inceledikten kafamı kazımaya çalıştıktan sonra ancak samimi çay bahçesinde çay içebilmeye vakit bulabildik.

dinlenmeye fırsat ayırmadan hüseyin avni aker stadının da yanından geçerken -salı günü maç oynanmıyacağının bilinciyle- aklımda trabzon'un bağnazlığına dair tek düşünce yoktu, oysa böyle planlamamıştım. sinirlenecektim o insanlara her fırsatta için için küfredecektim ama olmadı, hep güzel insanlar buldum karşımda atatürk köşküne çıkarkenki otobüs şoförüyle bile sohbet edebildik kısacık bi süre içersinde.

atatürk köşküne vardığımızda -sis bu yüksek noktada tavan yapmıştı, göz gözü görmez haldeydi- şans eseri bir gezi grubu da mekanı gezmekteydi netekim biz de peşlerine takılabildik onların zıplaya zıplaya. yukarı kattaki haritada dersim isyanı sırasında atatürkün üzerinde savunma notları aldığı haritayı -ki oldukça ayrıntılı bir haritaydı kendileri- tam da bu konu üzerine yazılar okuduğum bir zamanda görmek enteresan bir deneyim oldu. çeşitli ülkelerden getirtilmiş bardaklar, bilardo masası, dolap neyim de ilgi çekici unsurlardı.

şimdik bayram gezimizin trabzon ayağının anlatımını sonlandırırken ben, gezi sırasında bizi yalnız bırakmayan trabzon'un sisli havasına, yardımsever, ahbarik insanına, bizi üşütmeden ıslatan yağmuruna selamlarımı ederim.

Trabzon'a Gittik Episode III

  • 0
Going to Trabzon Vol. III



ahana da geldik trabzon gezisinin uzungöl ayağına. trabzon'un önemli noktalarından biri olduğunu -kendimce- düşündüğüm çömlekçi isimli yerden bindiğimiz çaykara minibüsü ile uzungöl'e yaklaşık iki saatte ulaştık. yol üzerinde çaykarada da küçük ve yararlı bir mola verildi.

uzungöle varınca hep o takvimlerde felan yerini alan ünlü uzungöl fotoğrafını çekebilmek için yüksek bi yerlere çıkmaya niyetlendiysem de yüzümüze vuran rüzgara karşın bi on kilometrelik gidişten sonra bile gıdım yükselemedik.

uzun yürüyüş eylemi sonrası kendimizi deneysel aktivitelerin kollarına bıraktık -bkz. taş sektirmece. her gidişn bir de üstüne dönüşü olduğu içün olsa gerek oldukça yorucu bir macera oldu yükselmenin peşinden koşmaca. taş sektirmece ise dinlendirici bir etki yarattı üzerimizde. neyse ki sonradan midemize gelen alabalıklar oldukça doyurucuydu da bünyede bir bayram yaşandı.

ama belirtmeden geçmeyeyim - nerdeyse tümünü kendim başıma yememe rağmen eheh- salatayı yetersiz gördüm. post-yemek çaylarımızı uzungöl kenarında içip, beni birine benzeten artvinli örtmen ile muhabbetimizi ettikten sonra kucağımızda bi poşet mandalina ilen geldiğimiz yoldan döndük geri.

şehre döndüğümüzde ise kısa bi kaybolma macerasından sonra sıcak çalışanlarıyla ünlü dudu isimli -fevkalade- kafeyi keşfettik. ancak o kadar kahve çeşidini menülerine almalarına rağmen bize içirttirememelerini - ilgili çalışan bayram sebebiylen yok imiş- kınıyorum ama bu kınama eylemini fazla uzatmanın manası da yok.

Trabzon'a Gittik Episode II

Going to Trabzon Vol. II


araya birkaç yazı daha sokup previously on diyerek başlamak istiyordum ama nasip olmadı böyle bilindik klişelerle devamını getireyim o zaman.

dizinin ikinci günü otelde rusça konuştuklarını tahmin ettiğim -daha doğrusu uydurduğum- bir takım insanlarla yapılan kahvaltıyla başladı. trabzon manzaralı yapılan kahvaltıdan sonra sümelaya bizi götürcek olan servisinbi buçuk dakka kadar gecikmesi sıkıntılı anlar yaşamama neden oldu , neyse ki beklenen olmadı . yolculuk başlasın. serviste yerli turist olmanın dezavantajını şoförün yaptığı ingilazca açıklamaları anlayamayarak yaşadık. simultane açıklama da olmayınca bir de türkçe açıklattırmak zorunda kaldık. işte sana manastır.

devletin saçmasapan restorasyon politikasından sümela manastırı da ne yazık ki nasibini almış neyse ki ellenememiş kısımlar da vardı. özellikle duvardaki freskler çok güzel ancak biz kavrayamayanlar için neyin anlatıldığına dair açıklama konsa daha güzel olmaz mıydı.ne dersiniz görevli beyler.

kısa yollar tehlikelidir. sümeladan uzun bir parkurla aşağı indikten sonra haliyle bir açlık hasıl oldu. açlığımızı kuymuk ismi verilen yumurta, mısır unu ve peynirden yapılan yemek ve üstüne sütlaç ile giderdik. sütlacı öylece geçiştirmek istemem netekim yediğim en başarılı süt tatlılarından biriydi kendisi. selam olsun hamsiköy'e.

sümela dönüşü sonrası kucağımızda kestaneler a.r.o.g. u izlemeye gittik. her ne kadar bir film olarak g.o.r.a. ya nispeten daha bir bütünlüğe sahip olsa da filmi yeterince iyi bulmadığımı belirteyim. futbol maçı sekansı ortalama üstü olsa da bir shaolin soccer ya da mean machine'deki eşdeğerlerinin yanına bile yaklaşamamış. paralel evren geyiğinin de yanlış kullanıldığı düşüncesindeyim.

film sonrası, kaldığım kısa süre içersinde kendimce trabzon'un en başarılı restoranı olarak seçtiğim fevzi hoca'nın yerine -benim için o bir nevzat abi- gittik. aperatifler kağıtta hamsi fındıklı baklava derken tıka basa doymuş olarak mekandan uzaklaşabildik.

Trabzon'a Gittik Episode I

  • 0
Going to Trabzon Vol. I

bayramda her seneden farklı olarak şeker + harçlık toplamaya çıkmak yerine çantamda yüklü miktarda parayla karadenize doğru yol aldım, horonseverle trabzonda buluşmak üzre.. şimdilerde de post gezi aktivitelerinden yegane zevkli kısım olan anlatma işlevini yerine getireyim istedim. işte bu kısım da hem bu gezi anlatımın girişi, hem de 17 saatlik yolculuk sonraki ilk - kısa - günün özeti olsun ne dersiniz olsun mu.

ilk aşamada birleşmiş -çeşitli- milletlerden insanlarla kahvaltı yaptığımız yere, çeşitli denemeler ve "öğrenciyiz be abi" yakarışlarından sonra yerleşildi. kendimize bayramlık pabuç almak amacıylan çıktığımız çarşı turu sırasında uzun boyumun verdiği avantajla gördüğüm trabzon köşküne yönelindi. çeşitli kazılardan çıkarılmış arkeolojik eserler ve etnografik eserlerden en çok roma dönemi heykeli hermese kanım kaynadı, vücudunun dümdüz olmasını sağlıksız beslenmesine yordum. hermes dışında köşkün tavan işlemeleri dikkatimizi celbetti, üzerinde oldukça çalışılmış diye duydum.

köşkten çıkar çıkmaz kendimizi bayramın favori aktivitesi a.r.o.g'un kollarına bırakmak üzere royal sinemasına yöneldik. ancak filmin kalabalık izleyici kitlesi nedeniyle ertesi güne bilet ayırtmakla yetindik. nispeten bardağın daha az dolu geçen il günün yemekleri ise şöyle; akçaabat köfte/karalahana sarması. ekstralar;
irish coffe/ahududulu -başarısız- kahve/bolca c vitamini.

not: gezinin trabzon ayapı boyunca bizi yalnız bırakmayan sisli havaya şimdiden teşekkür edeyim. ayrıca bizlere doyasıya gezme imkanı veren trabzon'un sıcak havasına minnetimi belirtiyorum.
  • 0
*...
mutsuzluktan söz etmek istiyorum
dikey ve yatay mutsuzluktan
mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun
sevgim acıyor
biz giz dolu bir şey yaşadık
onlar da orada yaşadılar
bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak
en başta mutsuzluk elbet
kasaba meyhanesi gibi
kahkahası gün ışığına vurupta
ötede beride yansımayan
yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
öbürünün bir kadından aldığı verem
bütün ishanlarının tarihçesi
bütün söz vermelerin tarihçesi
sevgim acıyor
yazık sevgime diyor birisi
güzel gözlü bir çocuğun bile
o kadar korunmuş bir yazı yoktu
ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
gemiler gene gelip gidiyor
dağlar kararıp aydınlanacaklar
ve o kadar
tavrım bir şeyi bulup coşmaktır
sonbahar geldi hüzün
kış geldi kara hüzün
ey en akıllı kişisi dünyanın
bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
kimi sevsem
kim beni sevse
eylül toparlandi gitti işte
ekim falan da gider bu gidişle
tarihe gömülen koca koca atlar
tarihe gömülür o kadar
...

* Turgut Uyar

first breath after coma

  • 0
aralık ayının herhangi bir pazartesisinin
sabahının köründe
iç anadolunun en içindeki bir okulda
ayaz yakarken yüzünü
o koca kalabalık önünde
istemiye istemiye
"andımız"ı okurken, nefesi tıkanıp da
olmayan o virgülden sonra
deriiince
nefes alan çocuğun
virgüle sarıldığı gibi sarılmak istiyorum sana
bilmiyorum ki
olur mu, olmaz mı

Gitmek: Benim Marlon ve Brandom

  • 0
"... çekmecemdeki son sigaram, beni sarmalayan o koca kadife yeşil ceketsin. Bir kuş misali uçarak gitmek istediğim adamsın. İran'sın. Suriye'sin. Habur'da nöbet tutan askercik, Mezopotamya'daki en vahşi kıpkırmızı gelincik ... Üzerine yattığım uçsuz bucaksız boz bir vadisin ... Marlon ve Brando'msun ... "

not: şimdilik bu kadar daha ayrıntılı yazı yakında...
  • 0
oyuncular kağıt üstünde güçlü isimler, yönetmen/senarist desen geçen senenin oscarlıları, amerikan bağımsız sinemasının en popüler isimleri coenler.. ama bütün bu unsurlar bir filmi izlenir kılmaya yetmiyor. hikaye bu kadar bayık olunca brad pitt'in extra egzantirik karakteri bile kurtaramıyor durumu.. coenler filmi aptallar üçlemelerinin son filmi olarak göstermişler, umarım gerçekten sondur..

eğer bir filme gidilecekse bu hafta çıkanlardan bu
Le Silence de Lorna olmalı derim ben..
  • 0
mutlak değer içinde negatif.

keep on fallin'

  • 0
donmaya bu kadar az kalmışken
her zaman yaptığını yaptı
etrafındaki duvarları onardı
içi mutlak yalnızlıkltan donarken
bedenini biraz olsun ısıtmaya çabalıyordu hala

keep on fallin'
  • 0
dünün özeti:

giriş:
mirgün'den geçmece, emirgan korusunda, pembe köşkte değil beyaz köşkte değil ama sarı olan köşkte çay içmeceyle başlayan gün. karışık sandövicin yanında gelen ruffles ile iyice şenleniyordu, herşey çok hızlı başlamadı mı sence de.

elinde az okunur bir derginin son sayısı vardı, üzerinde eski bir kazak, paçaları paramparça olmuş bir pantolon ve kirli sakalıyla bohem sayıyordu kendini iyice, ta ki gelişmeye kadar devam etti bu durum.

gelişme:
gelişme de bir başlangıçtı onun açısından, sonun başlangıcı. birden sürreal insan salvador'un gezisine uzanan sıranın ortasında buldu kendini, yaklaşık on dakka arandı tarandı kübik suratlı suratsız güvenlik görevlisi tarafından, çevredeki reel piyasa gözlerin şüphesini çekti. bütün o rahatsız edici bakışlardan rahatsız oldu -doğal olarak. bunca debelenme sonrasında ancak, huzura kabul edildi.

içeri girer girmez gerek sürrealizmin bünyesinde oluşturduğu tepkimelerden gerekse akbank'ın ne kadar önemli bir iş yaptığından bahsedebilirdi yanındaki güzel kıza ancak o, geçen akşam yediği barbunyanın da etkisiyle geğirmekle yetindi. doğal olarak çevresi tarafından anında dışlandı, marjinalleşirildi. bu yüce sanat karşısında yegane tepkisinin ağzından çıkardığı o garip geeğrk sesi olması güzel kızı da ürkütmüştü. tüm sergiyi dolaşmaya zamanını yetiremedi netekim inceler ile boş arası değişen bakışlarla her bir resme uzuuun uzun baktı. en çok dali'nin kuzini ve birkaç kankasıyla yazlıklarının terasında çektirdiği fotoğrafı beğendi. kendi sosyal yaşamına bu resimden paylar çıkardı.

paralel düşünce - dali'yi öyle mayolu sırıtır bulunca karşısında sürrealizmin, kübizmin barındığı bünye de bu muymuş diyerek kendisine istemsiz olarak "ne pis insanmışın sen be dali." tepkisinde bulundu -

serginin ilerleyen bölümlerinde karşısına çıkan ingrid bergman, alfred hitchcock, ve salvador dali'nin yer aldığı fotoğraflarda ingrid'in göğüslerinin içine düşüyordu ki görevliden çizgiyi geçmeyelim lütfen uyarısı geldi. sergiden çekilerek çıkarılırken "bari bi hediyelik eşya alaydım" şeklinde yakardı güven görevlisine. neyse ki acındırabildi biraz olsun kendisini de dali anahtarlığını alabildi. ne dersin sanat dolu bir paragraf olmadı mı sevgili okur.

sonuç:
koca porsiyon hamsiyi mideye indirdikten sonra istinye'de balık yemenin pek de matah bişey olmadığının farkına vardı. yüzünde hafif bir gülümseme ağzında waffle tadı evine doğru yollandı.
ben uyumsuzluğumla hayatın akışına çelme takan,
ben o hep görmezden geldiğiniz 0.14,
evet benim o normal şartlar altında bile katı halde duran,
tüketim kültürü de tüketim kültürü diye elinden şekeri alınmış çocuk gibi ağlayan,

ben metaforun mutlak sıfır noktasına ulaşabilen yegane şahıs,
hiçbirşeyi beceremeyip herşeye kadirmiş gibi davranan

bir film izleyip hayatını değiştiren
sonra cayan,
geri dönebilmek için boşa çaba sarfeden

herşeye muhalifmiş taklidi yapan,
kendi kendinin nuh'u olup aşuresini de pişirebilen,
hem yeni hem eski

içinizdeki irlandalıyım ben
zararsızım.
  • 0
*kelimelere herkes kendine göre bir anlam,bir değer veriyor galiba.bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dili konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu? der aylak adam.

yusuf atılgan.
  • 0
şimdi de yayına geçen hafta derste hazırladığım ancak nedendir bilinmez -aslında bilinir de şimdi konuyu dağıtmayayım sanal ortama aktarmakta gecikmişim yazdıklarımı. ben ayrılırken sahneden yerimi kağıt üstünde güzel duran ama içerik olarak bi halt ihtiva etmeyen yazı gelsin.

dış ses: şıkıdıdııım.

[dış çekim]

anlatıcı: hayret ediyorum düşününce. cidden hayret yahu. şuncanık hayatımın en mat günleri bu cafcaflı ortamda mı geçecekti. herkesin fotoşoplanmışçasına parladığı bu resimde ben yalnız flu bir imgeyim -hanım koş imge getir.

demem o ki çevremdeki balıkların birbirini yeme davası giderek bir toz tabakasıyla kaplanmama sebep olsa da, hala darwin'in teorilerinin aksini ispatlamak istercesine doğal seleksiyona dahil bile olmayışım, uyumsuzluğumu had safhaya çıkarışım popomundo deyimiyle akla zarar bir performans -oyunculuk manasında. nasıl ki lens bir yabancı mahiyetinde gözüme batıyorsa ben de kendimi yabancı bir madde gibi görüyorum tüm bu köpekbalığı havuzunda
- yakında geliyor kurtlar vadisinden sonraki durak- aradaki fark ise çevrenin ben yabancı maddeye batması.

[anlatıcı, anlatacağını burda keser netekim bu bir kısa filmdir ve kısa filmler hep kısa olagelmiştir.]
  • 0
sonbahar, kış gibi soğuk geçmesi beklenen mevsimlerde asıl sıcak geçen günlerden korkacaksın der ezop, ve bununla da yetinmeyip sıkı sıkı giyinmemizi tembihler biz hayat tecrübesinden nasiplenmemiş gençlere. benim gibi, söylenenlere kulak asmayıp gencim ben olm kanım kaynıyo yeaa triplerinde dolaşanlar da nezle olmaya mahkumdur. bu aciz kullardan biri olarak tedaviyi, naneli çay içine bir dilim mandalina sıkıp bununla da yetinmeyerek içine bir de portakallı limonlu çay koymakta buldum. etkisini kıs sürede göstereceğini ümit ediyorum. ayrıca bir başka ümidim de jewel'in bir an önce budapeşte'ye yerleşip beni de yanına aldırması..

bunun dışında günün en önemli gelişmesi klavyemin a harfinin bozulmak suretiyle bana zor anlar yaşatıyor olması derken bu gelişmeyle ve işte bir yazının daha sonuna varmışız meğersem.

sağlıcakla kalıyım.

günün özeti:

beylerbeyinin en güzel yerini işgal etmiş, polisevi denen ve müşterilerin allah belasını versin şiarıyla hareket eden dükkanında rakı balık..
  • 0
bugün pazar malum, erken de kalkmışım parlement sinema gecelerinden daha severek izlediğim trt1 western kuşağını yad ettim kendimce. Butch Cassidy and the Sundance Kid sırf Paul Newman'ı barındırması nedeniyle bile izlenmesi gereken bir vak'a gözümde. ara bilgi: aldığım duyumlara göre filmdeki Sundance Kid karakteri Robert Redford'un kurucusu olduğu amerikan bağımsız film festivali Sundance Film festivalinin ismi de filmdeki karakterin isminden gelmekte imiş. Film, Paul Newman'ın varlığıyla eğlenceli bir kimliğe bürünmüş bunun üstüne filmin ikinci yarısında güzel müzik eşliğinde hikayenin fotoğraf kareleri şeklinde ilerlemesi bendenizi mutlu mesud(t) etti. Ayrıca anı yaşamalısın dostum teması da içerdiğinden olsa gerek insanın içersine farkettirmeden bir hava salıveriyor. Filmin son sahnesi -sağdaki sahne- ise kendi başına kırdı geçirdi beni. bir de naçizane tanım cümlesi gelsin benden; film sadece güzel müzik, güzel diyaloglar, güzel bir seyirlik sunmuyor sana mükemmel western ile diğerlerinin arasındaki farkı da koyuyor.
erken uyandım bu sabah, her zamankinden daha erken. tabii erken uyanınca o sabah mahmurluğuylan neden diye sordum kendime. çok duygusallaşmıştım. öyle ki gözümden tek damla yaş süzüldü. gözyaşının gözden çıktığının farkına varır varmaz aynanın karşısına koştum nası bir görüntü oluştu acaba merakıylan -gerekirse gözyaşımı fotoşop aracılığıylan parlattırıp avatar bile yapabilirim düşüncesiyle daha çok ama. saçlarım da gözümü kapatmak istercesine öne doğru gelince adeta bir emo çocuğu olmuştum, bu görüntüyle dışarı çıkmamla dayak yemem arasındaki süre saniylerle ölçülebilirdi ancak. ne mutlu ki bir anda gözümün önüne televizyok karşısında uyuyakalmış ben görüntüsü geldi de bütün duygusallığım bir anda uçuverdi. saçlarımı da dağıtınca ahenkle, tekrar o can dündar duygusallığında boğulmak isteyen genç, genç kızların sevgilisi görüntüme kavuştum.

yukarda anlattıklarımla anlamlı hiçbir bağı olmamakla birlikte, farkındalığımın arttığı -bu demek değil ki tehlikenin farkındayım- şu günlerde isveç 1.ligi güney tarafında malmö anadolu diye bir takımın farkına vardım. malmö anadolu bizden destek bekliyormuş ama ne alaka anlayamadım.

şimdi de birinci paragrafla ilgili "yazar ne demek istemiş ?" isimli bölümümüze geçelim. evet yazar kişisi şiirsel bir cümleyle girişini yapıtıktan sonra günümüz blog gençliğinde görüldüğü üzere kimseyi ilgilendirmeyecek kendi hayatına dair bilgiler verip sarıkayavari bir takım söylemler tutturduktan sonra. şu sıraların popüleri filmle ilgili de genel ama çoook genel düşüncesini belirtmiş. ha saçmalamış mı sonuna kadar diyenler olabilir, baya diyenler olabilir ama yoo son derece mantıklı diyen olur mu, olmaz. -araya giren cızırtı sesi- demeyin ki bu adam okuyucusunu çok iyi tanıyor da bilmem şöyle de böyle. çünkü -birtakım jestlerle desteklenmiş çünkü saldırısı, son darbedir.

ben de izninizle yukarda "yazar ne demek istemiş?" isimli bölümü yazanla ilgili kısa birşey söylemek isterim. arkadaşım çünküyle cümle bitirmişin yahu, yaptığın türk edebi hayatında bir devrimdir, olmadı devrim arabasıdır.


















liverpool ile ilgili not: olum stiiv seni blogun baştacı ettik gitmişiniz bu sene felaket seyreden totenhama yenilmişiniz. takımına sahip çık emi stiiv, chelsea'nin farkında mısın?
  • 0











uzun zaman göremeyince seni
gözlerim,
sızlanıyorlar bana
ayakkabım ayağıma vurdu geçen
dalağım durup dururken şişer oldu
nefessiz kaldım bilgisayar başlarında
doktora gittim
anlattım
bütüüün bu olanları
"sana lens veriyorum en büyük çaplısından, belli ki göremiyorsun onu."
dedi
hipokrat diye gittiğim de aşk doktoru çıkınca
sana kavuşmak başka baharlara kaldı
ah,
sandoz, benim köpürcüklü içeceğim.
ne çok özlemiştim halbuki seni!
  • 0















demek sen geldin
yine
bi elinde iki kilo domates
diğerinde bana yüklediğin anlamlar
çok mu bekledin
sanki hayatının anlamıymışım da
fonda da pinhani çalıyormuş gibi bakma bana
bari kendimizi feda etmiyelim pop kültürüne
yağmur altında sırılsıklam öpüşen fotoğraflar değiliz ki biz
unuttun mu
normalin de normaliyiz
hep o istediğin cumhursuz cumhuriyet bayramı vardı ya,
...coming soon


dünün özeti:

pierre loti'de çay,
vefa'da boza,
sonrası
bütün kötülüklerin anası..

  • 0
selam parlement kuşağı izleyicileri. blogumdan yaptığım yayın dönemime uzun bir ara vermiş idim ancak mandalinaların satışa çıkması ve eve aldığım iki kilo mandalinayla izlediğimi bir takım filmleri bloguma notlar şeklinde yazmaya devam ediyorum..


zatoichi.. battle royale ile tanıştığım takeshi kitano'nun 2003 yapımı kill billvari - bu sıfatı yapıştırmamın yegane nedeni kill bill'in kişisel sinema zaman çizgimde daha önde yer almasındandır - filmi. her ne kadar kanlı kılıç sahnelerinde kill bill ile paralellik gösterse de işin içine uzak doğu felsefesi girince çok daha derinlikli gözüktü film benim gözüme. gerek ailesinin öldürülmesinden sonra geyşa olarak kız kardeşiyle etrafta dolanan eleman, gerekse filmin karanlık karakteri ronin filmi daha enteresan kılarken, shaolin soccer ekolünden gelen shinkici ve benzeri karakterler de geyik unsurları filme girdirtmiş. daha önce bu tür ağır uzakdoğu filmlerinde rastlamadığım bir eğlence kapasitesine sahip. filmin müzikleri de kitano'nun beat esintilerini taşıyor, şimdiye kadar izlediğim -ki bu sayı yüzlerce değil tabii ki- uzakdoğu filmleri içinde en eğlenceli soundtracke sahip film olduğunu söyleyebilirim. battle royale, oldboy gibi filmlerin yanına aklıma yazıyorum zatoichi nam-ı diğer çıkrıkçıyı.
  • 0
son dakika...

bir döneme,oh yeah-yol hükümetine yaptıkları darbeyle damgasını vuran birtakım ünlü komutanlar Sakıp sabancı müzesinde salvador dali'nin sergisini gezerken objektiflere yakalandılar. kameraları görür görmez utangaçlılarını gizleyemeyen kendi aralarında kıkır kıkır konuşmaya başlayan komtanlar, muhabirimizin "hay şu postmodern şansıma benim" demesiyle, birden pipolarını yakarak murat boz'un yakaladığı çıkıştan, posta gastesinin verdiği pazar ekinin ne kadar da başarılı olduğundan dem vurmaya başladılar. kendilerine yaşanan bu ani değişimin nedenini sorduğumuzda, içlerinde uzun desen uzun değil kısa desen kısa değil boylu olanı şu açıklamayı yaptı harfine dokunmadan yayınlıyoruz.

not:söyleşide ses kayıt özelliği debulunan cep telefonuyla yapılmıştır.

"abi valla durumun özeti şu: yıl bilmem kaç biz yine başbakan bikaç bakan, komtanlar bi de bizim sekreter toplanmışız mgk'da cumhurbaşkanı yine terör, ekonomi felan bişeyler anlatıyo. bize bi sıkkınlık geldi -laf arasında zaten adam masal anlatır gibi- küçük kağıtlara bişeyler yazıp c.başkanına yakalanmadan sohbet etmeye başladık. baktı başbakanlar felan bizim muhabbet koyu onlar da girdi, moldovan'ın ne kadar da iyi bir golcü olduğundan felan bahsediyoruz. olayların üstünden zaman geçti gastelerde bizimle alakalı postmodern lafları gezinmeye başladı. bizim de hoşumuza gitti tabi, çevrede de "vaaay artiz" nidalarıyla karşılanmaya başlayınca kendimizden geçtik biz. bikaç sergiydi konserdi derken kendimizi sanat dünyasının şehvetli kollarına bulduk. işte hal-i purmelalimizin kısa hikayesi budur."
  • 0















başım ağrıyor
gözüm hala uzaklarda
o ne zamandır isteyip de uzanamadığım ciğerde
bakıyorum ama kestiremiyorum bir türlü
pis mi değil mi
ah bi takabilsem şu lensleri
başım,
asabi saatin tik taklarından mustarip
ağrıyor
  • 0
ey türk genci!

asiliğini sadece kapalı mekanda sigara içerek -kendini zehirliyon bari bizi zehirleme be yavrucak- ya da soğuk havada içine atlet giymeyerek gösterme emi -üşütürsün sonra! gerekli tüm kaynaklar için de damarındaki kana bakmayı bıraksan da kitaplara bi göz atsan fena olmaz hani.
dikkat!

sayın diyarbekir bilmemkaçıncı mahkeme hakimi sözüm sana. arkadaşım girmeyeceksin anladık bilogumuza ama dükkanın önünü kapama bari be. zaten tahminen internetle olan ilişkin milliyet'te foto galeri gezmekten öte değildir. nerden bileceksin garibanın biri kendi kendine çiziktiriyor bişeyler kendini asosyal kafka'nın kuzeni yerine koyuyor. iki bilemeden yirmi iki kişi okuyunca da yazdıklarını mutluluktan wataşiba candy'ye dönüyor. hiç mi hulusi kentmen'i izlemediniz, hiç mi hoşgörüden nasibinizi almadınız burda ofsayt osman'a dönmüşüm ben sen hala korner direğinin dibinde bayrağını burnuma sokuyorsun. bu da gol değil tamam. oldu olacak yazdıklarımı ölünce delete et diye sana emanet edeyim, max brod gibi yayınlayayım diye aklının ucundan bile geçirmezsin.


  • 0
bilogun görünüşüyle ilgili not: gerek mozilla firefox gerek internet explorer gerekse opera üzerinde yaptığım denemeler sonucu en uygun görüntünün mozilla firefox üzerinde alındığına kendi gözlerimle şahit oldum.

.sen ne dersin mandalinalı şiveps ?
..iç beni.

yarın itibariyle daha net bakmaya başlayacağım dünyaya 1.25 dereceli 90x çaplı lenslerimle. bu da demek oluyor ki michael scofiel triplerine daha az girebileceğim, gözlerimi kısıp beşiktaş-kadıköy vapurunda uzaklara dalabileceğim.

araya sıkışan hayatın içinden enstantane: tam da bunları yazar ikene ekranda efes pilsen, euroleague maçında rakibi partizan üstüne onuncu yıl marşı eşliğinde hücum ediyor ve kere biloğu yiyor.

kısa bir aradan sonra yine lenslerimle burdayım. dedim ya hani net bakacağım hayata daha zırvaları takmadan etkisini gösterdi üzerimde. olay şudur ki işe başladığımdan beri kaçmak istiyorum çevremdeki herkesten sıkıldım bu hayattan, yalnız kalmak istiyorum triplerindeydim. ama saat 19:47 itibariyle gördüm ki ne çevremde kaçabileceğim bir herkes ne de kaçabileceğim huzur bulabileceğim bir yer var.
hayatımdaki 164. perşembe günü bugün. diğerlerinden pek de farklı olmamakla birlikte içimdeki boşluğu arttıran bir gün olarak kayıtlara geçti,dün geceden tek aklımda kalan ise bi ara hulk'a dönüşmüş olduğum sonra kimin canını ne kadar yaktım bilmiyorum.

AMA bu sabah dünden bağımsız olarak dingin olarak başladı ve en azından saat 12'ye (gündüz) kadar da kendimi birşeylerden kurtulmuş, yırtmış hissetmeye devam edeceğim. tüm bunların üstüne iki kaşık nescafe classic, 2 doğuş marka küp şekerden ibaret, ikea bardağında servis ettiğim sabah kahvemi lastfm'deki yann tiersen taglı müzikler eşliğinde içebileceğim hatta içiyorum -ahanda araya kings of convenience karıştı. peki mutlu muyum, eh işte. daha çok hulklaşma sonrası sendromumda hissizim, reset yemiş bilgisayar gibiyim bir nevi.

tam da benzetmelerle, akrostişlerle -yok artık- bezediğim yazımı sonlandırayazmışken kapıdan lavaş ekmeğe sarılı helva ikram edildi, birinin mi ruhu şad oldu .
  • 0
his tanımlama çalışmalarında sonlara gelinirken ben hala ne hissetmeliyim bilemezken. aşık mıyım sıkkın mı, kızgın mıyım bilemezken istanbul'un yaşadığı kararsızlığı yaşıyorum...
  • 0
sabah son anda yataktan kalk, dişlerini fırçala. kapının arkasında asılı duran yığınla elbiseden yeni bir kombinasyon oluştur. bi bardak su iç. hızla evden çık. kapıyı iki kere kilitle. beş dakikalık yürüyüş. servis bekleyenlere 'günaydın'. yaklaşık 45 dakikalık yolculuk boyunca kosinski'den boyalı kuş'u oku. arada gözlerin kapansın. sağa sola yeni yüzler var mı diye bak. sabah bir adet uzun kaşarlı simit ve üç şekerli çay ile güne başla. otomatik portakala dönen günümün başlangıç hikayesi işte budur...

..tu bi kontinyud
insanoğlu yazdıkça ucu yumuşayan kalem gibidir. daha bebekken dünyanın en büyük eylemcisi olan yirmilerinde devrim yapanlar kül olup uçtuklarında kupa bardakların üzerinde yer buluyorlar kendilerine.

bir yunan söylencesi


zaman ilerledikçe cnbce izleyip radikal okumaya indirgenen alternatiflik, karşılık bayağılaştırmıyor mu yaşantıları, farkında mısınız tehlikenin ?

ne anladım bu filmden

  • 0
yaşamın kıyısında olmalıydım diye düşündüm ilk başta. böyle planlamamıştım ki ben diye geçirdim içimden. duydularımı notalara yansıttım.ince re sol la si do çıktı karşıma. neden dedim flüdüme. çok çarpıklaştın olm sen neden bu olsa gerek doldurulmasına hayat çizginin dedi. kimsin sen dedim. hasan ben dedi. hangi hasan dememle eki eki diye gülmeye başladı. anlamıştım. anladığımı anlamıştı.

ne istediğini bilmeyen birinin bu kadar sürede çoktan sıkılması gerekiyordu sanki. ama hala burdaydım. cimcikledim kendimi ve evet hala canlıydım. sadece biraz yalnızlaşmış. biraz monotonlaşmıştım.

uyandım. rüyaymış yazdıklarım. tek gerçek mesaiymiş.
  • 0
iklimler değişir sahne
sabit
gün gider gece gelir güneş
sabit
hayatım değişir, şehirler değişir sen
sabit
kaptırmışım kendimi pi sayısının büyüsüne nereye gidiorum
bilmiyorum.
  • 0
var mısın yoksa yok musun isimli yarışmadaki kutudan 5oo.ooo ytl açıması sonrasında ordaki insanların yüz ifadelerine bayılyorm. birisi çıksa bunları fotoğraflayı bi fotoğraf sergisi açsa ismini de küçük insanların küçük tripleri koysa, kutumdan 2 lira çıkmış gibi sevinir, galeriye giriş parası olarak verirdim.


not : blogumun yeni görüntüsü nası olmuş çok güzel di mi. evet biliyorum biliyorum. teşekkürler. yapımda ve yayında emeği geçenlere bankanın teklifi 1ytl var mısın yok musun ?


bu postu da soruyla bitirerek cliffhanger sanatına yeni bir boyut kazandırdım. tekrar sağolun

Macarena

  • 0
ancak msn penceremden yüzüme arsızca sırıtan encarta ile onun kardeşi spleak radyodan gelen travis- unknown track ile birleştiğinde ve telefonumun ışığının en son ne zaman yandığını hatırlamadığımda anladım gerçekten yalnız -veya yanlız- olduğumu. unutmuşum en son ne zaman isteyerek ağzımı açıp konuşmaya heveslendiğimi, hamamböceğine dönüşmüş olmaktan daha iyi bir durumda mıydım acaba, belki dışarı çıkmaya tanıdık birini korkmasaydım evet. ama eğer gerçekleri konuşacaksam bu sefer hayır. insanın birşeye dönüşmesinin panzehiri bulunabilir -malum tıp da ilerledi gitti hem nevroloji de icad olundu- ama zaten insan hep o dönüştüğünü sandığı birşeyse onun da ilacı var mıdır abidin?
insan kendini çözebilir mi?


referans için bkz. yalnızlığın korunumu yasası
  • 0
bugüüüüüüün bayram -stop- erken kalktım tabii, güne "esposito" kelimesinin mealini merak ederek başladım, bu meraklılık durumu hoşuma gitmiş olacak ki aramıyorum da.. bazı şeyleri bilmemek daha iyidir x diyesim geliyor kendime böyle gizemli gizemli heri potır misali. ikibin sekiz yılı şeker ramazan bayramından şimdilik bu kadar.
  • 0
sırf big babol çiğneyerek veya bonibon yiyerek çocukluğuma dönebileceğimi ve orda kalabileceğimi düşünmem çok komik geliyor kulağa biliyorum.. asıl problemin benim değil de çevremin büyüyor oluşunu göremeyişim ne kadar da çocukça değil mi.. peki filmlerde beş altı futbol oyuncusunun popüler olması durumunu doğal karşılıyalım da herkesin kendini ortamın popüleri sandığı bir mekanda popüler olmadığını bilmek nasıl bir duygu onu tanımlamaya çalışıyorum kendi kendime, eğer bunun yapabilirsem yakında cümle içinde kullanmayı düşünüyorum.. türk kahvesi zeka açıyor mu ki cidden merakımı giderecek kim ola ki?
şirketin kapısının önüne çıkmış yeni terfi zamlarını konuşuyorduk, tuzum kuru olduğundan ne biçim de şiştiniz yaa tepkisi veriyordum ki yanımızdaki küçük grupla birleşme yaşandı -aniden belleğimde mitoz bölünme yaşadığım günler geldi- o zaman farkettim onu, kadıköyde sahaflardan bulduğu nurullah ataç'ın çevirdiği kumarbaz isimli kitaptan, yeraltı edebiyatından bahsediyordu.. sivrileyim bari bi sesim duyulsun niyetlenmesiyle o bu değil de iphone da geldi süper kuul bi alet diyesim geldi cümlemi de kurdum kafamda -maçı kafamda bitirdim yani- öznesiyle yüklemiyle ama bi türlü araya giremedim bikaç jest mimik yaptım, baktım olmuyor çaktırmadan yavaştan yana hareketlerle ortamdan uzaklaştım içeri yöneldim.. ben döner kapının ikinci bölmesinde içeri yönelirken kulak kabarttım da bilişim sektörünün ne kadar yeni ve çalışanlarının ne kadar savunmasız olduğundan bahsediyor, bi sendika kurulması fikrini yineliyordu, çevresindekilere benimse aklımda iş telefonundan beleş konuşma yapmak vardı..
cummuriyet gemisiiii kutlu olsun vatanaaa sesi kanal d ekranından yayılırken geniş salona, tüyleri diken diken olmuyor, türk yapımı mayın avlama gemisi akçayla yada görünmez gemi heybeliadayla da gurur duymuyordu.. bununla da yetinmeyip tuzla'da ölüp giden eğitimsiz, pis küfürlü konuşan kürtlerin ölümlerini hatırlatıyordu bana.. benimse tek yaptığım susmaktı, tayyip beye bi iki laf söyliyim üstüne de bu durumdan deniz baykalı sorumlu tutayım dedim sesim çıkmadı, susmaya devam ettim.. senin söyliycek hiçbişeyin yok mu ne biçim insansın dedi kalktı ayağa kapıya yöneldi, bayram da geliyor baklaya abanırız he mi dedim, durmadı..

Merhaba x,

günlerden cumartesi, bugün -aslında dün ama bugün- itibariyle evime uzay sinyallerini alıcı bir cihaz almak suretiylen -halk dilinde internet- uzaydaki canlı yaşamla muhabbete geçme ihtimalimi güçlendirdim. aynı zamanda güneşin merkezine yaptığım yolculuğumda da büyük ilerlemee kaydettim. evet girişten ve sondan anlaşılamayacağı -benim içten içe beni anlamanı, beni benden iyi bilmeni dilemem durumunu garipsedim yoksa anlaşılacağı diyecektim, utandım kendimden kısaca- üzere işiçi -biraz da fantastik taklalar atarak- yazışma dilini öğrendim. her ne kadar bir adım daha yaklaşmış olsam da dünyamın ısı ve ışık -halk dilinde para- kaynağına, beni parçalama olanağı yüzlerce -belki de birlerce- artmış olsa da gemimin ışın kalkanları -halk dilinde pancur- o kadar kuvvetli ki bana bu yakınlığın etkilerini yansıtmıyor, yüzümün pürüzsüz kalmasına yardımcı oluyor. yoksa kül olmam, pekmezimin akması an meselesi durumun vehametini ancak böyle daha iyi anlatabileceğimi düşündüm sen yine anladığını da 10la felan çarp, kim bilir belki anlamakla kalmaz bak bayram da geliyor naptı bu çocuk deyip bi ararsın, filmekimi geliyor bilet aldın mı diye sorarsın bana..  

İyi çalışmalar

daha dur hemen gitme diye bu resmi koydum alta, anlatacaklarım bitmedi..

  • 0


çok baba grup pink floydun sessiz olanı ölmüş geçen hafta bi duygusallık bastı beni havalar da bozdu buralarda sokaklarda seller akarkene tam zamanıydı yelkenleri indirmenin, ben de öyle yaptın bi baktım rögar kapağından girmişim içeri karşımda kayıp şehrin çocukları ne yapsaydım şaşırdım tabii..
  • 0
okulların açılmasına günler hatta saatler kala - hep istemişimdir bu tipik haberci öbeğini kullanmayı - çakma avril ile çakma cezayı tren sefası yaparken görüntüledim..
  • 0
insanın sanki daha önce stand by moddaymış da power tuşuna basılmış gibi bi anda ne arıyorum ben burda bilinç düzeyine çıkması acıtıyor .. günün doğanlarına tavsiyem mümkünse içine battığınız bok konusunda bi süre kendinize yalan söyleyin düşürün farkındalık düzeyinizi .. yoksa bir de miyopsanız görüş seviyeniz sıfırı vuruyor, düşüveriyorsunuz..
  • 0
ortaokul yıllarında aşk acısıyla kendimi alamadığım backstreet boys şarkıları tekrar karşıma çıktı hyundai marka bir arabanın içinde, ne hissedeyim ne yana döneyim bilemedim..

istanbul trafiğininin bir de fenomen fm ile tadına bakın, damağınızda kaymaklı kadayıfın tadı kalacak bir daha bir daha isteyeceksiniz.. bu arada maça gitmeyip de maç trafiğine yakalanmak çok acı bir durum..



bir ramazan takvimi hizmeti:


bugün doğan çocuklara öğüt : ne olacaksan aşırısını ol...

  • 0
öğle yemeğinde güveç yenilen zamandan bildiriyorum.. insanlar görüyorum çeşit çeşit, her biri birbirinden farklı zengin olma yöntemleri listeliyorlar.. ürün fotoğragçılığı mı, beach ( piç diye okunur ) club işletmek mi yoksa ırak'ta inşaat sektörüne girmek mi.. yakında savaştan para kazanan bilge kitabım tüm dienarlarda en iyi seller raflarında kapağında içinden para fışkıran ölü çocuk - ki çocuk dediğin ürün değildir de nedir - fotoğrafıyla yerini alacak..













orhancığım - pamuk - masumiyet müzesi diye kitap basmış, aradım ya orhan
hangimiz masum değil ki dedim, kapattım..

bu arada bir tencere dibin kara seninki benden kara notu vereyim, bu siyah beyaz fotoğraf çekip içinden bi bölümü vurgulamak amacıylan renkli bırakma durumuna - genelde kırmızı olur - hastayım.. referansın ağa babası için (bkz: sin city)
  • 1
tavanı 45 derece eğik, basık gün boyu güneş ışığını emen bir odadan bildiriyorum sayın x.. biliyorum ki seninle ilgilenmediğimi düşünüyorsun, haklısın aslında ben de öyle düşünüyorum ama sabaha karşı saat 4'te ümraniyelerde gezinen bir insanoğlundan da daha fazla ilgi beklememelisin artık bence -direk söylerim söyliyceğmi..

bugün ızgara et yanında vole marka bira içince de dönüşümümün bir aşamasını daha geride bıraktım zaten.. artık dönüştüğüm şeyin ismi ne olur -hulk mu örümcek çocuk mu yoksa karate kid mi - bilmem ama pek bi enteresan maceralara yol açacağı kesin..


bir mutsuzluk tanımı: alakasız devam yazısı..

sen hiç 6lı priz, uyduruk anten, klasik gitar ve zilyon tane cd ile dolmuş bi odada yalnız kaldın mı ki ertesi işgününün gelişini ümitsizce bekleyip mutlu olmaya çalışarak, anlayacaksın beni..mutsuzluk şudur mutsuzluk budur deniyor ama en ümitsizi mutlu olmaya çalışmanın vücuda yaydığı mutsuzluk hissi sanki - bundan bile emin olamadan sanki demek ne peki..

bir gencin uyanışı: alakasız devam yazısı 2

gece saat 5'e doğru hollandalı bir bankanın veritabanlarının upgrade işlemlerini izlerken neredeyim ben ne işim burda demek, orhan pamuk'un kitaplarının arkasında yazan new york times gazetesi deyimiyle çok çarpıcı.. devamı da bir kitap okudum hayatım değişti , bir baktım motorksitle günlüğümü tuttum bi daha baktım devrim yapıyorum güzelliğinde olsa, içimden geçip giden altyazıdan bir bukleyle bitirdim yazıyı farkında değilmişim, iki saattir bir cümle daha yazmaya çalışarak terleyip duruyorum tek ışık kaynağının bilgisayarın 17 inçlik monitörü olduğu dünyamda...
  • 1

her yıl olduğu gibi yılın en karamsar dönemini yazın ortasında yaşama saadetini nasip etti hayat bana.. bi yandan nemli ter damlaları tişörtüme yapışırken bir yandan karamsar olmak tam anlamıyla mutsuz bi atmosfer yaratıyor etrafımda.. her daim orta anadolunun karasal ikliminde gece tipi eşliğinde dersane çıkışlarını, etrafımda engerekonlar - laf oyunu bu - tepemde güneş altımda asfalt yürümeye tercih ederim zaten..

kendime not: 7 yıldızlı kapağa serdar ortaçın 100 kontöre tarkanın verildiği istanbulda aya irini'de güzel müzik dinlemek istiyorum, - her türlü teklife açığım - gaza gelmek isteyenler için ekstra not : - böylece not içinde not sanatının en güzide örneğini vermiş bulunuyorum - aya irini'de süper ortam varmış lan..
  • 0


herkese anayoldan çıkıp yanyollara gireceğimi söyleyip metafor yollu zırvalar atıyorum ya, korkuyorum devamlı paralı otoyolda otomatik geçiş sistemim olmadan yol almaktan ondandır, hoşgörün.. karayolları sayesinde kelamımı anlatabildikten sonra artık kurban derilerimi de türk kara yollarına bağışlarım

yazarın bu eserini beğenenler şunları da beğendi:

paralı otoyolun insan psikolojisi üzerine etkileri,
tarihte ulaşımsızlık semptomları.
  • 0

bütün ortam çocuklarıyla beraber debeleneceğime çamurun içinde ve önüme gelen herşeyi öğütmeye çalışacağıma birkaç kişi ile zoom edilmiş yaşamların uzağında sakince yaşamayı tercih ederim derdi mevlana celaleddin rumi - istenirse rumi yerine ermeni denilerek kelime esprisi yapılabilir - diye düşündüm bi an, bi yandan da yüksek nem oranı altında ter damlacıkları içinde boğulurken..
gündüzleri takım elbiseleri çekip yönetici pozisyonunda oturanlar, en ufak bi organizasyonda fazla alkolun tesiriyle kendinizden geçmeseniz olmaz mı yahu.. merak ediyorum o buena vista social club çalan nezih ortamlarda şaraplarınızı yudumlarken noldu da kendinizi bebekte üç beş tur atalım replikleri eşliğinde zıplarken, hoplarken ertesinde de yere çakılırken buldunuz.. ne dertli ne dağıtmaya muhtaçmışsınız gözlerime inanmakta güçlük çektim uzunca, eğlence amacıyla düzenlenen bir olayın bile çok mühim bişey olmadıkça katılmaz lazım mottosu taşıması, rakının da etkisiyle midemi bulandırdı neyse ki sırtımı saçmalığa önümü boğaza dönebildim..

sıradaki şarkı da olabildiğince tüketmeyi, daha çok kredi kartı limiti, daha çok lüks için kıvranıp duranlara ve bu durumu normalleştiren tüm plaza insanlarına gelsin, giulio caccini - ave maria
  • 1
batman, gündüzleyin kimselere çaktırmadan sana birtakım sözler hazırladım ama şimdi bakıyorum da senden ne köy olur ne kasaba - yılların verdiği istekli ruh haliyle kullanılmış kelime öbekleri no.18 - bir yandan bindokuzyüzseksendörtvari bir biri bizi gözetliyor meydana getirirken neler yaptın şuncacık joker'e, yazık sana..
popomundo'nun gerçek hayata yansımasının izdüşümleri : şekil 3.a'dan da belirdiği üzere çocuk sahibi bekar erkekler genç kızlar gözünde on kaplan gücünde çekiciliğe sahipmiş, ilgililerin dikkatine.

banliyö yaptım, üşüttüm

  • 0
istiyorum ki haftasonu da gelmiş madem hafta boyu çılgın şehir istanbul'da yaşadığım sıradışı birtakım olayları anlatayım ama şu kısıtlı zamanımda da düşündüm düşündüm, alınan yeni buzdolabının geç gelmesiydi sanırım en heyecan yaratan aile çevrelerinde netekim günlerce akşamüstü çaylarının mevzuu olmayı başardı..

aslında bugün banliyö treninde üç çocuğun arasında yaşanan tutamaç takası heyecan yarattı bende , sen onu bana ver, sen şunu al, tamama şimdi bunu al, hah öbür sen de şimdi öbür tutamacı öbür kişiye ver falan diye uzadı muhabbet neyse ki yeni aldığım - reklamlaaar- chuck palahniuk kitabımı dolaştırıp duruyorum ordan öbür yana da zaman geçirebiliyorum 0.2 kat daha hızlı olaraktan.. ama beşiktaştan kadıköye vapurla geçerken de - henüz taze olmam sebebiyledir belki de kimbilir - saçma göründü gözüme - gözükmeseydi bile eminim fısıldardı haydar paşa kulağıma yavaşçana.

bu ulaşımsızlık popomundo kariyerimize de sekte vurmuş görüyorum ki kısa süre içersinde acınası şekilde başarısız geçen ikinci konseri yaşamış yılların taze grubu thevenin, neyse ki kapris yapabilecek seviyelerdeyiz şu sıralar, bir de çocuğumun annesi ölecekmiş de velayetinin bana geçeceğini öğrenen akbabalar başıma üşüşmeye başladı, yok annesi izin vermişmiş felan ben burda durdurkça o çocuk yaban ellere gitmez hey yavrum hey.. çok sert konuştum.. öptüm kib bay

hayat bi enterestanbul

  • 1
bakıyorum kimileri yaz geldi deyip de yenilemişler bloglarını, yazıları sıklaştırmışlar bazıları sallamış iyice, sorguyu gönderdim tabi ben de hemen hücrelerime select * from diyerekten haydin ben de karalayım tekrardan - evet ben de ister istemez dipsiz iş kuyusuna düştüm sık sık dert yandığım üzere, belirtileri de cildimde kendini göstermeye başladı, hayır sivilce olarak değil metafor olarak, inanır mısın bu cümlemin sonuna gülen suratcık koyuyordum nerdeyse o kadar dağınık içim,o kadar bunaltmış beni insan kaynaklayanlar - bakıyorum da ara not demeden kapılmışım düşüncemin akımına, debisine anlatıp durmuşum araya sıkıştırmak istiyormuş gibi sıkıntımı haftanın son gününün veremediği ferahlıkla, biranın veremediği ferahlıkla ama şehrin üzerimde uyguladığı yüksek nem oranıyla..
paralel düşünce: demiyorum ki aman cümlem devrik oldu sanmasınlar beni orhan pambuk olmaya çalışan yeni yetenek ama öte yandan da iyi akşamlar yiğenim dedi diye seviniyorum servisimin şoförü - yiğen bu yahu önemli bi kurum sonuçta. diyorum ya işe başladım karnım ağrıyor diye öte yandan da chposyonel solcular bastırmasın mı dört bi yanımdan bastırsın aman da askerim canım da jandarmam diye o ağrıyan midem bulanmaya başladı şimdi, ya da çok içtim birayı ondan kaynaklanan sorunları daha kaliteli nedenlere bağlıyorum ama kızma bana emi, o zaman kalkıyim ben şimdi artık dökemedim içimdekileri aslında daha da buraya klozete boşaltayım yediğim kuşbaşılı pideyi.. afiyet olsun
  • 0
kafama bu akşam haberlerini sunan spikerlerin - artık bunlara enkırmen\enkırvumaaan mı denir bilemem - oturdukları sandalyeler takıldı da, bakıyorum atv akşam haberlerini sunan hanfendi yazlıktan kendi koltuğunu getirmiş rahatçana yayılmış.. ne biçim haber sunuşudur ne biçim gündem göstergecidir bu efenim şimdi sen desen ki kamerunlu futbolcu etu fener'e geliyormuş yine dikkatimi çekemezsin benim gözüm senin koltuğunda.. atv, ntv'nin güzellerinden banu güven'i ana habere çıkarmak için teklif yapmış ya hani geçenlerde acaba diyorum ona vercekleri parayı ekipmana mı ayırdılar ikea'dan sandalye, koltuk takımı, kalem kutusu felan mı aldılar..

konuyla oldukça alakasız da olsa belirtmek isterim daha önceleri radikal iki'de bilinçsizce - isim ünvan bilmeden - okuduğum Ayşe Hür'ün taraf gastesindeki yazılarını okumakta fayda var diye düşünüyorum, tarihi bir atlılar geliyorduuuuuuu, çocuklar kadınlar kaçışıyordu amaaa yüce askerimiz kahramanca çarpışmaya devam ediyordu ağzıyla çılgın türklerden okumak bir de diğer yol var.. işte anladın sen mavi hap kırmızı hap mevzuu..

bu aralar kimi beğenerek okuyorum molasından sonra iş hayatına atılmadan - bazılarına göre iş adamı olmadan, ciddiyet hayatına girmeden - önceki şu sayılı zamanlarımın bir patlamış mısır bir pasta bir börek taksimleri şeklinde okuyarak, yayılarak geçiyor olması beni önümdeki kısa vadeli gelecekte nasıl bir depresif havaya sürükler bilemiyorum ama içten içe çekiniyorum..

  • 0
evet bu da oldu Thevenin grubunun nev-i şahsına münhasır bass gitaristi Anthony Moore, giderek yükselen kariyerinde mükemmel bir performans sergilediği yıldızlar şehri Los Angeles'dan alkışlarla ayrıldı.. ahan da kanıtı;




*bana tarafsız varoluşçu can sıkıntısı ver.
...
bana başa çıkma mekanizması olarak başıboş entelektüalizm ver.
...
bana başa çıkma mekanizması olarak başıboş entelektüalizm verbana kendini yiyip bitiren egosantrik boş laflar ver.
...
bana erişkin hayatımın son safhalarının revizyonunu ver.
...

Chuck Palahniuk

gece yarısını enstantane geçe


kulağıma devamlı sesi gelen radyo istasyonundan mütevellit son zamanlarda dilimde muratoğlu peyniiir yiyiiinizzden, söyleeee söyleeeeee can dostun kim.. mitsubişşii fuso kantere uzanana bir repertuar dolanıyor.. şimdilik bi elim klavyede diğer elimde fareyi kablosundan tutmuş halay başı özentisi bir şekilde sallarken hoş bir enstantane* oluşturuyor olabilirim ama günlük öğünlerin salata menüleri olduğu, starbox kahvesi olmadan yaşayamayanlar arasında repo faizleri konuşurken söyleeee söyleee can dostun kiiiim diye çıkışırım diye çok korkuyorum be blok..



*enstantane ya işte hani bu siyah beyaz çekilince ayrı bi havası olan, hayatın keşmekeşinden çekilip alınmış hüzünlü bir kare izlenimi veren şey..

  • 1

yeni film senaryosu düşüncemin temeli vagonu taşıyan tren geliyor ben de bekliyorum oralarda buralarda bir yerlerde gelsin de götürsün bişeyleri ya da getirsin birilerini diye..

zırvalama sekans*sı

şu gün polat plaza lokasyonumuzda sözleşme imzalanmasını gerçekleştiriyor olacağız, birazdan beraber bir takım belgeleri dolduruyor olacağız, evet şimdi bu belgeyi doldurduysak diğer belgeyi dolduruyor olalım..

insanın kaynağını yönetmeye meraklı bu plaza insanı tarafından yapılan sürüp giden bu gelecek kipli konuşmalara daha ne kadar dayanabilirim bilmiyordum .. sözlerden daha açık olur düşüncesiyle bir takım hareketler yapmak istedim, kolumun altından küçük bir nah ucu göstermek istedim ama tabi ki sonuçta bunların hiçbirisi gerçekleşmedi ve çılgın hayal gücümde gülüp eğlendiğim anlar olarak kaldılar, hatta o zırva sözlerle aylık tam tamına 8 ytl mi de dandik kültürel organizasyonlar için gasp etmelerine izin verdim.. o an kendimi tam olarak bir gün kalkıp böceğe dönüşen gregor samsa gibi mi hissettim emin değilim ama yakın duygulardı yaşadıklarım hiç şüphesiz..

hayatım rahatsız olduğum - aslında ben kendim rahatsız bir insanım belli ki - üç insan tipiyle ; birisi kendinden son derece emin konuşan, son derece yerinde -eminim sadece bana aptalca gelen- espriler yapan takım elbiseli yeni okul bitirmiş adam, diğer yanımda tanıdık vasıtasıyla işi ele başlayacak şık giyimli, karşımdaki plaza insanıyla rahat ilişkisiyle göz dolduran daha önceden tecrübeli kişisi ve karşımda da devamlı gelecek kipte konuşan eminim sırf böyle konuşabilmek için bile özel seminerlere katılıp kişisel gelişim kitapları okumuş günümüz modern dünyasının düz olduğuna inanan yılların tecrübelisi plaza insanı -plaza anası- arasında kendimi bermuda şortumla tişörtümü giymiş hissettim tam tamına 45 dakika boyunca -neler çektiğimi anlatmanın daha somut bir tarifini bulamıyorum şu an- tam boğulmak üzereydim ki o sonu gelmez form doldurma işlemleri sona erebildi.. ben de elimde şirket tanıtımı, bir takım etik kurallar yazan okunması gereken belgeler ve büyük boy akciğer röntgeni ile kalakaldım dört bir yanı plazalar , koccaaman alışveriş merkezleriyle bezenmiş semtte.. hemen buraya yakışmadığımın farkına varıp uzaklaşmak istedim tabii ki ama hemen gerçekleştiremedim yer bulma konusunda -gps taktırmak istiyorum- yaşadığım tipik zorluklar nedeniyle karşının otobüsünün geçeceği durağı.. bir vakit ordan oraya dolandım da sonunda yetişebildi kadıköyünün otobüsü imdadıma.


tamam anlıyorum bazı gerçekler var; iş yaşamı zordur, serttir, orda köpekbalıklarıyle yüzersin - swimming with sharks - buna alışmam gerekir ama şunu da biliyorum ki bu kariyerin yürüyen merdiveni bana uygun değil , prim usülü yaşamaksa hiç bana gelmez - e ne yapacaksın uyum sağla yoksa şunu bil ki doğal seleksiyon demeyin, bu nedenlerle ve çok daha fazlasıyla en kısa zamanda kendi el merdivenimde çıkabilmek ümidiyle yazıyorum bu yazıyı..



selamlar levent her kaçıncıysan artık..

not: sekans kelimesini benim de birşey bildiğim belli olsun diye kondurdum oraya bir nevi sarıkaya göndermesi denilebilir belki..
  • 0



kara gün dostları isimli filmimin başrol oyuncu seçimlerini şu iki gün içinde gerçekleştirdim..





yakında tüm hayatımda...

evet sonunda bu da oldu.. şurda demişim ki yok efenim aklımdan geçen orjinal bi senaryo fikri var umarım gerçekleştirebilecek geleceğim olur diye içimden geçirmişim ama bakıyorum da hollywood durmuyor ben dursam da olduğum yerde.. neyse ki fikrimin yeterli orjinallikte olmaması - f. scott fitzgerald'ın aynı konulu kitabından uyarlanıyormuş film - yüreğime su serpti ama bi yandan da herşey düşünülmüş oğlum orjinal herşey bulunmuş hakkaten bana tek kalan The Curious Case of Benjamin Button 2'yi çekmek olur olsa olsa şeklinde bir düşünce iletildi nöronlarımdan.. ilgili filme göz atmak için bu yandan buyurun...

bir arada

  • 0
*beş arkadaşız, günün birinde bir evden art arda çıktık dışarı. ilkin birimiz çıktı ve kapının yanıbaşına gidip durdu; sonra ikincimiz çıktı, daha doğrusu tıpkı bir civa kabarcığı gibi çevik ve hafif kayarak geldi, birincinin uzağında sayılmayacak bir yere dikildi; sonra üçüncümüz, daha sonra dördüncümüz onun arkasından beşincimiz çıktı. derken hepimiz bir dizi yaparak dikilmeye başladık. herkesin dikkati bize çevrildi ve bizi gösterip dediler ki: “bu beş kişi var ya, şimdi evden çıktı!” işte o gün bugün bir arada bulunuyoruz, hani boyuna bir altıncımız aramıza karışmak istemese gül gibi de yaşayıp gideceğiz; bize bir şey yaptığı yok, ama hoşlanmıyoruz kendisinden, bu kadarı de yeter sanırım; istenmediği bir yere ne diye ille gireceğim diye uğraşıyor hep. onu tanıyıp etmiyor ve aramıza da almak istemiyoruz. hani biz beşimizin de eskiden tanımıyorduk birbirimizi ve denebilir ki şimdi de tanıyor değiliz; ama biz beşimiz için mümkün olan, hoş görülen şey onca mümkün değil ve hoş görülmüyor. kaldı ki beş kişiyiz, altı olmak istemiyoruz. hem zaten canım, bu boyuna birarada oluşun anlamı ne? biz beşimiz için de bir anlamı yok ya, işte bir kez bir araya gelmişiz ve öylece kalıyoruz, ama deneyimlerimize bakarak yeni bir birleşme de istemiyoruz. gelgelelim, bütün bunları o altıncıya nasıl anlatırsın; uzun boylu açıklamalara kalmak kendisinir bir bakıma aramıza almak olur, biz de en iyisi bir açıklamada bulunmuyor, onu da aramıza almıyoruz. istediği kadar dudaklarını sarkıtsın, bir dirsek vuruşuyla yanımızdan itip uzaklaştırıyoruz; ama ne kadar uzaklaştırsak, gene çıkıp geliyor.

franz kafka
  • 0
artık böyle bir takım
yok...

açıklama: çocukluğumun takımı artık yok imiş taşınıyormuş organizasyon oklohoma city'e.. aklıma shawn kemp düştü seattle deyince baktım oğlu varmış university of washington'da oynuyormuş kendi halinde



bugün miyobuma tıbbın farkındalığının ilk günü


kutlamalar başlasın...
iki film izledim ya hani bi kaç gün içinde hani ikisinde de bir ailenin çöküşüyle birlikte gelen beraberlik anlatılıyordu ya hani.. hah işte onlardan birinde her oynadığı filmde olduğu gibi philip seymour hoffman diğerinde de steve carell gözüme hoş göründü neden birisi bertolt brecht diğeri marcel proust referansları ve ilgileri içerdiğinden mi ?

belki.

ama iki film sayesinde de - ki bunlardan birisi the savages diğeri de little miss sunshine'dır - biraz araştırmayla iki yazar hakkında bişeyler okuyabildim hemen de okumuşluğumu bu 2020 yılında yok olacağına dair söylentiler dolaşan bloga yansıttım.. ne diyeyim.. hayırlısı..

bu arada neymiş bu aile filmleri yahu ne yana dönsem aileler çökme noktasına geliyor hop tam dibe vuracakkene bum sarılıyorlar birbirlerine..

nietzsche'nin bıyıklarına selamlar..