Wien Gegen Die Wand

Wien Gegen Die Wand

  • 0
Her şehir kendi gaudi'sini taşır tarihinde, cümlesini doğrulayan şehirlerden birisi viyana.Zamanında hitler'in, stalin'in, troçki'nin işediği bu duvarlar artık sokak sanatçılarının eserlerine ev sahipliği yapıyor.

Federer hazretlerinin türkiye'ye gelmesi ile beraber tenis, sohbetlerimizde kendine ciddi anlamda yer bulmaya başladı. Üç gün sonra geldiği gibi gideceğini göz önüne alırsak bu durumun devamlı olacağını söylemek zor. Tenis oynayan arkadaşların da etkisiyle federer güzellemeleri içeren bir yazıyı okurken, daha önce if istanbul'da izlediğim bir norveç filmi geldi aklıma. Mannen som elsket Yngve'yi, tenisi burjuva sporu olarak görüp küçümseyen, kurdukları punk rock grubu ile yazdıkları şarkıya fittesatan anarkikommando ismini veren eğlenceli karakterleri nedeniyle sevmiştim.


Slav Kardeşliğinin Doğduğu Şehir

Slav Kardeşliğinin Doğduğu Şehir

  • 2
Ardına bakma mecnun 
kader almaya mı geldi beni benden? 
bunu bir daha sorma mecnun. 
neden at mı var arkamda?

Binlerce yıl önce viking akınlarından gına gelmiş olan bir takım renkli gözlü sarışın insanların şimdiki bratislava denen yerde bir araya gelerek kurdukları birlik günümüze kadar taşındı. Bu birliktelikten süper güçler, dünya savaşları, katliamlar peyday oldu da birliğin kurulduğu yer unutuldu. Eğer iyi bir slav olduğunuzu düşünüyorsanız vecibelerinizden birini yerine getirerek bratislava'yı en kısa sürede ziyaret edin.


Yerin dibine girilerek çekilen fotoğraflar sergisi, Dante'nin sponsorluğunda muhtelif mekanlarda gösterime girdi. Siz de araftaki yerinizi terk ederek bu güzel sergiyi görebilir ve ne bok yiyorum ben bu hayat ile diyerek kendinize çeki düzen verebilirsiniz..

Gözler  ruha açılan pencereler ise, ölülerin gözlerinin madeni paralarla kapatılması da pencereleri kapatmak anlamına mı geliyor yoksa Hades'e verilen köprü geçiş ücreti mi sadece? Duvarlar ise şehrin ruhunun yansıması tartışmasız, alt kültüre ait mesajları, zeki demirkubuz'un nuri bilge ceylan'dan daha iyi olduğuna dair iddialı ve bir o kadar kesin tespitleri, bağzı kızların aslında diğerlerinden daha güzel olduğu gerçeğini duvarlardan öğrenebilirsiniz. Gözünüz duvarlarda, aklınız bir karış havada olsun..

Yoldan çıkıp, hayatın kenarlarında bir yerlerde çekici beklediğiniz dönemler olur. İşte bu dönemlerde o çekici gelene kadar yaptıklarınız/yapmadıklarınız belirleyici özellik gösterir. Geleceği şekillendirici adımlar atabilirsiniz ya da tamir ederim ki ben bunu deyip de makinayı dağıtabilirsiniz, risk bu mudur?


Don't Blink

Don't Blink

don't blink. don't even blink. blink and you're dead. don't turn your back. don't look away. and don't blink. 

Doctor who severlerin hemen tanıyacağı bu replik, siz bakmadığınızda hareket edebilen, göz kırptığınızda ımıl ımıl size yaklaşan ve saldırma fırsatı bulduğunda ise sizi tarihin meçhul bir noktasına gönderen heykel kılıklı dünyadışı yaşam formlarına karşı doctor'umuz tarafından sarfediliyordu. Doctor'umuz, belirli aralıklarla reenkarnasyona uğrayan ve yeni bir bedende tekrar doğan bir zaman lordu. Zamanın ve uzayın farklı noktalarına yolculuklar gerçekleştirerek maceradan maceraya koşuyor ve bu macerlarında da genelde yanında dünyalı bir eşlikçisi oluyor. Diğer bir bakış açısına göre doctor denilen bu adam mavi bir kulübede yaşayan delinin teki.

Peki başka bir kahraman olsaydı, kahraman da denmez ya şanssız bir ruh. Mevcudiyetinin ihtiva ettiği radyoaktif elementlerden ya da bir takım wibbly wobbly timey wimey lerden kaynaklanan bir bozukluk nedeniyle istemsiz olarak zamanda sıçramalara maruz kalsaydı..

Antik yunanda doğan bu kahramanımız hayatının üç yılını, zenginlerin boş zamanlarını felsefi sorunlar üzerinde düşünerek geçirdiği bir evrende geçirdikten sonra burdaki mevcudiyetine son vererek başka bir zamanda kendini bulsaydı..

Mesela sadece zamanda yol alarak aynı yerde ama roma imparatorluğu döneminde vücut bulabilirdi ve bu duruma uyum sağlaması gerekirdi. Neyse ki üç yaşındaki bir insanın zaman farkındalığı düşük olacağından bu konu ile ilgili çok fazla sorunu yaşamayacaktır. Hem kendisinden pek bir beklenti de olmadığı düşülürse.. Peki ama yeterli besini alması ve hayatını sürdürebilmesi tamamen şansa bağlı olmayacak mı, o tatlı yavrucak ait olduğu zamandan onlarca yıl ötede bir başına ölüp gidecek mi.. Tabii ki hayır! Karşısına iyi kalpli bir çift çıkacak bu tatlı mı tatlı veledin. Böyle olağanüstü özelliklere sahip bir karakteri bulur bulmaz kaybedeceğimizi düşünmüyordunuz herhalde.

Peki sonraki yolculuğunda, yani ilk yolculuğundan on yıl sonra, o zamanlar için ergenliğin sonu sayılabilecek bir yaşta, kendisini yuvarlak masaların ortalarda kol gezdiği, yedi krallığın taht savaşları verdiği bir ada devletinde bulsa. Bingo ingiltere!
Bu durumu anlamlandırmakta çekeceği zorluğu, farklı bir dil, kültür ve bunların üstüne farklı bir zamanın yükünün genç kahramanımızın cılız omuzlarında yaratacağı baskıyı bir düşünün..

İngiltere'de geçen zorlu yılların ardından daha uzun süreli bir sıçrama ile kendini devrim sonrası fransa'sında bulan yirmibeş yaşında yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlı getirin gözünüzün önüne. Tüm bu olanları biraz biraz kafasında oturtmuş ve artık sıradaki sıçramayı bekler halde. Olayları karıştırmak gerek. Tabii ki aşk olmadan bu hikaye devam edemez. Peki ama kim olabilir, kim ilgisini çekerdi ki sıradışı kahramanımızın.. Tabii ki bayrağın üç rengin temsil ettiği üç ilkeyi ateşli biçimde savunan, devrim sonrasının idealist ve acımasız kadınlarından birisi.. Bu kadarla kalamazdı birşeyler daha eklenmeli buna. Buldum. Tarihin ilk kadın celladı olmalıydı aynı zamanda ve herkesten gizlediği yüzü ile arz-ı endam etmeliydi farklı zamanlarda farklı isimler almış kahramanımızın karşısında..



İtalyan Operasını Almanca Altyazı ile İzleyen Yine Ben, Pierre Riviere

İtalyan Operasını Almanca Altyazı ile İzleyen Yine Ben, Pierre Riviere

  • 0
Bu fotoğrafın altına mustafa sandal'ın kalplerde yer etmiş şarkısı gidenlerdenin sözlerini döşemeyi düşündüm, bu şiiri görene kadar..

Gitmek. bir hançeri inceltip 
okyanusa daldırmak isteği 
ya da düşebilmek atlasların 
dışına ki ey kalbim 
yalnızsın bu yolculukta da 

gitmek. o kaos duygusu, aklın 
sarsıntılarla yorgun düşüşü 
bilincin kamaşması belki de. 
rehin bırakılacak bir şey yok 
unuttuklarından başka.

Ahmet Telli 
Look up in the sky, is it a bird... is it a plane... no it's superman!
  
Amerika gibi, kahramanların nispeten sıradanlaştığı ülkelerle kıyaslayınca oldukça kurak topraklarda yaşıyoruz. On türk ile tüm dünyayı ele geçireceğini iddia eden bir napolyon gerçeği var lakin asteriks ile oburiks fransız kahramanları. Halbuki gökten zembille inen bir kahraman yakışmaz mıydı bu topraklara, zembil adam derdik ona.. Gizli kimlik olarak da sivil polislik yapar, 1 mayıs'a katılanları şiddet yanlısı göstermek için tiyatro gösterileri düzenlerdi.

Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filân hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu. Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. Küçük kaplar içinde mısır satmadığı için, çocuklarla ve kuşlarla birlikte, başkaları adına sevap işleyemezdi; ayrıca, ne kırmızı cüppeli bir müneccime benzeyen ihtiyar gibi tekerlekli ve meşin duvarlı ve öğle tatilinde ön duvarı bir kepenk olup sahibini kapatıveren kulübede yaşıyordu, ne de şişman kötürüm gibi nazar boncuklarını ve tespihlerini ve çakmak taşlarını artık satamadığı anda gaz pedalına basıp motosikletli tezgâhıyla oradan hemen uzaklaşabilirdi. Sermayesi ve görünür bir sakatlığı yoktu. Belki, yoldan geçen birini durdurup, hastaneden yeni çıktığını ve hemşerisi inşaat çavuşuna gidecek parası olmadığını söyleyerek köylü taklidi yapabilirdi; fakat, konuşmadığı için, bu bakımdan da basan kazanması oldukça güçtü. Caminin duvarına yaslanmaktan başka ilgi çekici bir eylemde bulunmuyordu. Hatta henüz avcunu açma teşebbüsüne bile geçmemişti. Bununla birlikte, güvercinlerin ve mısır kaplarının ve caminin eğimli bir duvar çıkıntısına dizilen cinsel ve dinsel kitapların ve halkı bazı toplumsal kötülüklere karşı uyaran ve ağaç gövdelerine sarılan gazetelerin ve makbuz mukabili iyilik işleriyle uğraşanların yoğunlaştığı sırada, onu sakat sanan başörtülü ve çarşaflı kuru bir kadın, bu gönülsüz dilencinin avcunu çevirerek içine biraz para koydu. Belki de o sırada oldukça yüksekte duran güneş yüzünden gözlerini kırpıştırdığı için paraya bakmadı; belki de gözü, caminin iç avlusunda oynayan çocuklara takıldığı için avcunu kapamayı unuttu. Bütün bunlar, günün ilk hayırseveri biraz uzaklaştıktan sonra olmuştu. 

Beyaz Mantolu Adam, Oğuz Atay
Tiananmen meydanında, elinde çantası dört tanka karşı duran adamı viyana'da, tarihi bir çeşmenin haşmeti karşısında dururken bulmak beni şaşırtmıştı açıkçası. Yaşadığı bile belli olmayan bu adamın şehir şehir dolaşarak, tarihe geçmiş eylemini artık heykele, müziğe, resme karşı devam ettirdiğini görmek, cesur insanların bazen kötü sondan kaçabildiğini gösterdi bana. Böylece dünyayı değiştirmeye karar verdim ama öncekilerin yaptığı hataya düşmeyerek değişime kendimden başlıyorum. sonumun anarşist bankere benzememesi ümidiyle...


Yalnızlığa ve aşağılanmalara katlanabilirdi, onlara çocukluğundan beri alışıktı ve bunlar yalnızca yüreğini yaralıyordu; asıl korkunç olan, bu hapsoluştu, dışarıdan kendisine zorlanan, kendi seçmediği, deli gömleği gibi zorla giydirilmiş sonsuz yalnızlıktı. 

La ciudad y los perros, Mario Vargas Llosa
Başka Bir Viyana Geyiği Mümkün

Başka Bir Viyana Geyiği Mümkün

Günümüzde cahilliğini en kolay pazarlayabilmenin yolu kendini daha halktan olarak tanımlayabilmekten geçiyor. Nasıl havalı bir giriş cümlesi olmadı mı, insanda daha yazının başında lafı gediğine koymuş hissiyatı uyandırıyor sanki. Ya da yukardaki nur yüzlü amcanın yüzü suyu hürmetine mi okumaya devam ediyorsun, senin için ikinci bir cümlem daha var. Cahilliğini muhafaza ederek ruhunun saflığını ebediyete taşıma iddiası da olası alternatifler arasında. Buna da söyleyecek sözün yoktur herhalde, işi şakaya vurarak hem senin devam etmeni sağlamak ve bir yandan da olayın vehametinden uzaklaşmanı engellemek istiyorum. Oldu galiba, o zaman müsadenle devam edeyim. 
Son günlerde beni daha fazla rahatsız eden bir düşünce var, o da kendilerini ülkenin batıya bakan, aydınlık yüzü olarak tanımlayan bir takım insanların hayata bakışlarındaki dar açı problemi. Bu öyle bir dar açı ki, sahibinin abdullah öcalan için sektirmeden bebek katili diyebilmesine ve ama binlerce ermeninin öldürülmesine önayaklık edenleri ise bol 'ama'lı cümlelerle savunmaya yol açmasına neden oluyor. Katile katil demenin konjonktürel olduğunu öğreniyoruz böylece. Bunun temel sebebi insanımıza yıllarca anal yoldan fitille itelenen devlet fetişizmi olsa gerek. Bahsi geçen devlet fetişizmi öyle bir seviyede ki eğer bir seks dükkanım olsa devlet kıyafeti diye birşey de ürün yelpazemde olurdu eminim. Sevgililerinin kendileri ile bu kıyafeti giyerek sevişmesini isteyecek birçok erkek/kadın biliyorum. Yalnız sevişmek için numaratörden sıra almaya hazırlar mı orasını bilemiyorum. Cıvıtmayalım işi, ciddi birşey konuşuyoruz şurda. Evet.
Bağzı insanlar hayatları boyunca isteyerek/istemeyerek öğrendikleri tüm verileri o kadar dar bir imbikten geçirerek hayat görüşlerini oluşturuyorlar ki.. Bu aslında pekiştirme cümlesiydi, imbik kelimesini böyle bir cümle içinde kullanacağımı düşünemezdim, geldiğim nokta etkileyici. Büyük bir türk düşünürünün söylediği gibi, insan bazen hayret ediyor. 
Burda kısa bir çay molası verirken, sizi fotoğraftaki sakallı bireyi görünce aklıma gelen Arvo Part'ın güzel eseriyle  başbaşa bırakıyorum; my heart's in the highlands. Arvo Part, bu şarkısıyla pkk propogandası yaptığı gerekçesiyle, istanbul'a girişi sırasında göz altına alındı.

Gökkubbenin altında bir yana bir bu yana koşturan atlılar gibi şendik o gün. Buna bir gönderme yapmak için bir şenlik ateşi yaktık şehrin ortasına,  heyecanımızı çevremizdekiler de paylaşsın istedik. Peki onlar ne yaptı, bunun yolunun bu olmadığı, istiyorsak coşkumuzu yakındaki kendin pişir kendin ye'cide yaşayabileceğimizi söyleyerek bizi uyardılar. Düzen bozucular olarak parmaklarıyla kalabalıklar içinde işaret ettiler bize. Kalabalıklar içinde yalnız, boynu büküklerdik biz. İsteyenler burda kısa bir ara vererek herhangi bir küçük emrah şarkısını arayıp bulabilir, dinlenmesi ise yazar tarafından tavsiye edilmemektedir.

Yanyana olma ihtiyaçlarını karşılamak için sandalyelere sıra sıra oturmuş insanları izlediniz, şimdi o elinizdeki yalnızlığı yere bırakın ve hemen dışarı çıkın.

Bir kadın için öğle yemeklerini hep aynı noktada yiyen iki adam kısa süre sonra aralarında yemek değiş tokuşu yapmaya ve hatta birbirlerinin menülerine sulanmaya başlarlar. Zaman ilerledikçe ertesi gün için yemek siparişleri vermeye kadar gidecektir iş. Yemek ile başlayan ilişki artık güncel siyasetten, spor dünyasından çeşitli konular ile beslenmeye devam etmektedir, Kadınımız ise ilginin kendi üzerinden çekildiğini görünce öğle yemeklerini farklı bir parkta, farklı çimenlerin üzerinde yemeye karar vererek, çiftimizi birbirleriyle bırakmıştır. Yalnızlığını paylaşarak paylaşınca yalnızlığın olmadığını farkeden iki adamın hikayesini dinlediniz.


Hergün Bir Şarkı Adeta #31

  • 0
Limuziniyle dağ tepe dolaşan mistik bir kraliçeye çöllerin mecnunu ne verebilirdi? düşündü mecnun, düşündü, düşündü, düşündü, yürüdükçe düşündü, tepeleri aştıkça düşündü, ulu orta her yere sıçarken düşündü, kum fırtınalarının ortasında tek başına kalmışken ve vücudunun bütün deliklerinden içeri kum taneleri hücum ederken düşündü.. nedendir bilinmez onca zamandır yanında taşıdığı, bir ak sakalı dede tarafından kendisine verilmiş o poşet sonra aklına geldi. ak sakallı yaşlı adamların birçok mitolojide mucizevi güçleri olan yaratıklar olarak geçtiğini hatırladı.  burdan birşeyler çıkabilir diye düşündü ve poşeti açtı, soktu elini içeri, neler olduğunu merak ederek. poşetten çıka çıka onlarca hap çıktı. ne bu hapların ne olduğuna dair bir fikri vardı, ne de bu yaşlı adamın neden bu hapları kendisine verdiğine dair. adamın tansiyon hapları olabilirdi, belki de yanlış poşeti vermişti kendisine. böyle düşünceler içinde bir zaman da geçti, geçen zaman hem çok susatmıştı, hem de acıkmıştı artık iyiden iyiye. kraliçenin peşinden koşmak tüketmişti onu, neyse ki ancak hikayelerde olacak mucizevi olaylardan birisi vuku buldu ve çölde uzun süre kalmanın etkisiyle gördüğü seraptaki su birikintisinden kana kana içebildi. susuzluğunu giderdikten sonra, haplardan da attı birkaç tane ağzına, biraz sonra gördüğü renkler, olağan renklerin olağanüstü birer yansımasıydılar. esen rüzgar ise kraliçenin sözlerini ve ufak kum tanelerini getiriyordu kulağına, işte o zaman kraliçeyi kendisine aşık etmenin bir yolu olabileceğini düşündü mecnun. rüyalarında bile göremediği o renkli dünyanın kapılarını açacaktı kraliçeye, bu haplar sayesinde bir şansı olabilirdi..
IFF 2015'in Ardından, Vefasız Kadınlar

IFF 2015'in Ardından, Vefasız Kadınlar

34. istanbul film festivalinde izlediğim filmlerin kısa değerlendirmesine tam da söz verdiğim yerden, vefasız kadınlardan, devam ediyorum. 
İlk film, daha önce flammen & citronen isimli ve ikinci dünya savaşı zamanında geçen bir direniş hikayesini anlatan filmiyle tanıdığımız yönetmen ole christian madsen'in yeni filmi itsi bitsi.  itsi bitsi teenie weenie tout petit petit bikini. Dünyanın özgür ruhlu insanlarla dolu olduğu bir dönemde, insanların belirledikleri varış noktasına bir an önce varmak için değil de yolculuğun keyfini çıkarmak için yolculuk ettiği yıllarda geçen bir ilişkinin hikayesi denilebilir, film için. genel cümlelerle. ve hatta fragmanlardaki o karizmatik ses tonuyla dökülürse bu kelimeler ağızdan, tadından yenmeyebilir bile. Filmimizin vefasız kadını Iben, vefasız kadın mağduru sanatkar ruhlu kahramanımız ise Eik. Hissedilen üzüntüden birşeyler yaratmanın bilimadamlarının hiçbir zaman bulamayacağı ütopik enerji kaynağına denk geldiğini düşünerek çıktım bu filmden ama daha çok Eik'in yazdıklarını yayınlatarak muhtemel telif gelirlerinin üzerine konan Iben'e küfrederek..
İkinci film, koca yürekli dev adam Fusi ile manik depresif kadın Sjöfn arasında başlayan, en azından Fusi'nin öyle düşündüğüne eminim, aşkın hikayesi. Bir yanda dağ gibi abimiz Fusi, ergenliğe bile girememiş ruh dünyasıyla iş yaşantısında zorbalıklara maruz kalıp, boş zamanlarını en yakın arkadaşıyla savaşçılık oynarak geçirir ve yetmezmiş gibi annesi ve sevgilisiyle aynı evde ikamet ederken, diğer yandaki Sjöfn ile, hikaye bu ya, katılmadığı bir dans kursunun ertesinde tanışır. Ve pek tabii olaylar gelişir.. Filmin sonuna geldiğimizde ise sevdiği insan için elinde eteğinde ne varsa döken Fusi, büyümüş ve dönüşmüş bir halde de olsa, seni öldürmeyen şey seni güçlendirir mottosuyla ilerlerken hayatta, Sjöfn ise kafası karışık bir insan olarak kendi düğümlerini çözememiş biçimde ve başladığı noktadan bir adım bile ileri gidemeden sonlandırır hikayesini.
Vefasız kadınlar temasından uzaklaştığımızda ise daha önce Rubber isimli filmi ile tanışık olduğumuz yönetmen Quentin Dupieux çıkıyor karşımıza. Yönetmen, Realite ile gerçekliği sorgulatan, kafanızı bulandıran ve sonuna geldiğinizde ise bitip bitmediğine dair tekinsiz bir hissiyata girmenize yol açan bir film izletiyor bizlere.
Bu seferki bölüm sonu şarkımız, eric clapton uğruna sevgilisi tarafından terk edilmiş bir garip beatle'dan geliyor.

Hergün Bir Şarkı Adeta #30

  • 0
steven wilson'un solo çalışmalarına yönelmesi ile porcupine tree tayfasında da hareketlenme var bir süredir. gavin harrison'un, porcupine tree şarkılarını whiplash benzeri düzenlemeler ile yayınladığı çalışmadan sonra john wesley de disconnect ile müzik marketlerdeki yerini aldı. 
büyük beklenti ile girişilmediği takdirde keyifle dinlenebilecek bir albüm ve albüm ile aynı ismi taşıyan parçası ile john wesley ve videoda bir adet garip kaşlı kız karşınızda..
IFF 2015'in Ardından, Mother Russia

IFF 2015'in Ardından, Mother Russia

Selam, bu satırları sizlere kafamın içinde kurduğum dünyanın fransa'nın güneyine denk gelen kısmında yer alan şirin mi şirin bir kasabadan yazıyorum. Sizleri bilmem ama ben zamanın akışkanlığının sinemanın katalizörlüğünde arttığı bir iki haftayı geride bıraktım. Hava durumunun dengesizliğinin haletiruhiyem üzerindeki etkisinin maksimuma ulaştığı bu zamanların tortusu olarak niteleyebileceğim birkaç cümle ile kah çok sevdiğim kah hayal kırıklığına uğradığım bir kaç filmden bahsedeceğim. Kim bilir belki de hiç oralara girmeden, sansürün ters propaganda olarak işleyip insanların körlüğünü ortadan kaldırmadaki etkisinden girer, insanları bilinçlendirme/medenileştirme misyonuyla çalışanların yaklaşımlarının nasıl rahatsız edici bir hal alabildiğinden çıkarım. Henüz karar vermedim. Şimdilik, festival süresince izlediğim yirmi film arasından beğendiklerim ile başlıyayım sonrasında neler olacak hep beraber görürüz..
Birkaç yıldır belgesel filmler, kurgu olanlardan daha ilgi çekici gelmeye başladı gözüme, hem bu nedenden hem de daha sonra izleyebilme olasılığının daha düşük olduğunu düşündüğümden programa olabildiğince daha çok dahil etmeye çalışıyorum belgeselleri. İlk bahsedeceğim film de bir belgesel, mother russia'nın benzer dertlerini anlatan diğer iki güzel rus filminin aksine bu film sovyet zamanındaki efsane hokey takımının hikayesini anlatan bir amerikan filmi. Red Army. Şimdilerde putin önderliğinde spor bakanlığı görevini sürdüren efsane buz hokeyi oyuncusu viacheslav fetisov'un önderliğinde ilerleyen belgesel, protagonistimizin eğlenceli anlatımı ile hızlıca ilerlerken zamanın ruhu hakkında da özet derecesinde bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. Yine amerikalıların -eduardo galeono'nun buralardan ayrıldığı zamanlarda amerikalılar kelimesini usa vatandaşlarına işaret eder şekilde kullanmak batıyor ama elden gelen de birşey yok- başarıya tapınma seremonilerinin güzel bir örneğini de filmi izlerken görmek mümkün.
Bahsedeceğim ikinci film, festivalin son günü izlediğim Enayi. Yakın zamanda çekilen/izleyebildiğim tüm  rus filmlerine sirayet etmiş kafkaesk ortam, bunaltıcı bürokratik atmosfer bu filmde de yüzünü gösteriyor. Filmden sonra ise soma, ermenek ve nice işçi ölümünün ve daha başka ölümlerin gerçekleştiği olayların öncesinde/sonrasında yaşanması muhtemel olayları düşünmemek mümkün değil, izlerken aynaya bakıyor gibi hissediyor insan. Durum bu kadar vahim mi diye düşünenlere, bölücülük/kaçakçılık yaptıkları için katırları öldüren bir devlet idaresi altında yaşadığımızı hatırlatmak isterim. Bir kurgu filmde bu kadar absürt bir senaryo yaratılması pek mümkün olmazdı sanırım.
Rus sinemasından başlamışken, Postacının Beyaz Geceleri ile devam edelim. Olağanüstü görüntülerin içine  bir tutam bürokratik sıkıntı serpiştirilmesi ve bolca yalnızlık sosuyla servis edilen bu güzel filmi izlerken yer yer akla nuri bilge ceylan'ın düşmesi muhtemel. Rus diyarında da bugün ne giysem benzeri programların olduğunu görmek, kanepede uzanmış televizyon izleyen yaşlı insanların yalnızlıklarına tanık olmak ise ürkütücü ve birkaç filmde daha şahit olduğum üzere ah şu çıkarcı kadınlar..
Stephen Daldry'nin yönetmenliğini yaptığı ve beklediğimi alamadığım film Çöplük'ten pek uzun bahsetmeye gerek de görmüyorum. Hikayede bu kadar bariz açıklar varken filmi gösterime sokmak cidden cesaret isteyen bir durum. Oysa Taxi öyle mi, iranlı yönetmen jafar panahi'nin şimdilik son filmi, elinden imkanlarının alınmasının bile insanın yaratıcılığını engelliyemeceğinin en büyük kanıtı ve aynı zamanda iran'da yaşayan insanların idama, yasaklara, inanca, insan gibi yaşayabilme özgürlüğüne olan bakışını gözlemleyebileceğimiz bir kurgu-belge.
Bahsetmediğim filmlerin birkaçından bahsedeceğim vefasız kadınlar altbaşlıklı yazıyı yarına bırakırken, aynı zamanda bu yazıya da bir son veriyorum.
Kapanış şarkısı paolo sorrentino'nun cannes'da gösterilecek filmi youth'un fragmanına eşlik eden david lang eseri, just.



Hergün Bir Şarkı Adeta #29

  • 0
Şair diyor ki; doğru ya ne diyordu şair, vatan sevgisi falan mı geveliyordu yine ortaokul sırasındaki çocukların kafasına kafasına. Yok öyle değil, orayı geçtik artık progresifin huzur dolu sularındayız. Peki beardfish ne diyor; My voice matters too, yani seçimden sizin parti çıkmış olabilir ama azınlık olsak da biz de bu ülkede yaşıyoruz bizim de bir takım haklarımız var mı diyor, alakası yok adamların derdi başka. 
Şarkının başka bir yerinde bu sefer ne diyor peki; Why do you want me to stay the same, Life wasn't meant to be that way, yani aynı nehirde iki kez yıkanamazsın, e bu adamlar diyalektik materyalizme mi göz kırpıyor, sanmam.
Buraya kadarki çıkarımlarımda yanılmış olabiliri ama Crawl back in your dirty little hole diye arka arkaya bağıran bu adamların derdinin Kafka'dan başkasıyla olması mümkün değil. Gibime geliyor.
Tüm bu cümleler hasılı kelimesini kullanabilmek için yazılmış doldurma cümlelerdir, o gün gelip de doğa tekrar dengesini bulduğunda ortadan kalkacak ve yerlerini anlamlı cümlelere bırakacakladır.
Hasılı, beardfish yukarıdaki şarkının da yer aldığı albüm ile bizlere pek çok güzel progresif eser hediye etmiş, zevkini sürmek bize düşmüş. Bizi mahvetmeye çalışan bu -güzel görünümlü- havalara karşı antidot niyetine dinleyiniz.