Alp Dağlarının Kıyısında Bir Abant

Alp Dağlarının Kıyısında Bir Abant

  • 0
Evrim  sürecinde bir yerlerde, insan beyni sağlıklı düşünmesini engelleyecek durumları ortadan kaldırmak için bir savunma mekanizması geliştirmiş olmalı. Artık bunu beynin bozulmuş bölgesine kimyasal göndermeyi keserek mi yapıyor yoksa mutluluk hormonu bas emrini vererek mi yapıyor emin değilim.

Homo sapiens, zaman ilerledikçe nasıl soğuk iklimlere -vücudu daha elverişsiz olmasına rağmen- uyum çoğalarak soyunu günümüze kadar getirmeyi başardıysa aynı şekilde yaptıkları katliamlardan sonra delirip intihar etmeden hayatını sürdürebilenler, insani değerlerini kaybedenler ve yaşananlara sesini çıkarmadan pusarak, bir fırsat çıkmasını bekleyenler de insanlığın geleceğini oluşturacak.

Aynı şekilde yaptıklarının doğruluğundan şüphe duymayan insanların hüküm sürdüğü bir dünya da distopik bir dünya olacaktır. Ülke ekonomisinin düzelmesi için yahudilerin, imparatorluğumun dağılmaması için ermenilerin, dinimi tüm coşkusuyla yaşayabilmem için komunistlerin ölmesi gerekir. Ve bu düşündüklerimde yanılma ihtimalim hiç yok. Keşke, şüphenin mucidi yönetmen, Hitchcock ölmeden insanların yapılan/yaptıkları katliamların doğru bir davranış olup olmadığından şüphe duymalarını sağlayabilecek bir film çekebilseydi. Evet. Durum o kadar ümitsiz. Hele ki ülkede dersim ve 1938 kelimelerini duyduğunda kulaklarına gönderdiği kanı geri çeken kalpler atarken. 

Biraz buralardan uzaklaşıp, güneşin doğduğu yöne doğru ilerlersek ve biraz da şansımızın yardımıyla Endonezya'ya  ulaşabiliriz. Endonezya, güneydoğu asya'da yer alan bir ada ülkesi, müslüman tüccarların zamanında adaya ihraç ettikleri islam, günümüze kadar güçlenerek gelmiş durumda. İslam dediysem gerçek islam mı, tartışılır. Şöyle ki;

Endonezya'da, gerçek islam dışında başka bir islama inanan -çünkü herkes bilir ki müslüman soykırım/katliam vs. yapmaz- bir takım insanlar 1965-66 yıllarında ülkede 500.000'den fazla insanı, komünist ve dinsiz oldukları gerekçesiyle öldürdü. Burda öldürdü kelimesi hafif geliyor aslında. Katiller, insanları parçalara ayırırken kendileri arasında yöntemler geliştirip kendilerini eğlendirecek öldürme yöntemleri bulmuşlar. Belki inanmayacaksınız ama bu katilleri ziyarete  gittiğinizde, hayır hapishanede değil hepsi evlerinde, kendileri size her bir komünisti nasıl öldürdüğünü zevkle anlatacaktır. Ordu kontrolünde -pek yabii ordu olmadan olmaz ve bir de amerikan etkisi tabii- ilerleyen bu halk hareketinin öldürdükleri insanları farklı sınıftan insanlar sanabilirsiniz. Yanılırsınız. Bu insanlar, birbirlerine yıllardır komşuluk yapmış olan ailelerdi. 

En üstte evrim süreci/beynin kendini onarması gibisinden birşeylerden bahsetmiştim ya bu insanların böyle bir şeye ihtiyaçları yok. Çünkü sihirli bir yol bulmuşlar. Vücutlarını paramparça ettikleri bu insanların, kurbanlarının, kanlarını içiyorlardı. Ve üzerinden yıllar geçtikten sonra bu olayın içinde olanlardan birisi zihin sağlığını korumasını kan içmesine bağlarken başka bir arkadaşının delirip sonra da intihar etmesini kan içmemesinin neden olduğunu hayıflanarak anlatıyor. 

Hiç de yabancı olmadığımız bir şekilde, herhangi bir suçluluk hissetmek bir yana bu insanların çoğu o çok mühim devletin bekaası için bu katliamı yaptıklarını ve ödüllendirilmeleri gerektiğini söylüyorlar. Netekim kimileri mevki/güç/para ile mükafatlandırılmış da. İnsanın kendini yaptığı işin doğru olduğuna inandırması önemli vesselam. Ve tabii bir de kan içmek.



Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var. Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin. Bu toprakları alıp gitmek için değil. Bu toprakların gelip dibine gömülmek için... 

Hrant Dink

Sosyal medya aktivitelerinin insan ömrünün ciddi bir kısmını kapladığı şu zamanlarda fotoğraflanamayan, instagrama yüklenemeyen iç güzelliğinin bir anlamı kalmış mıdır? Peki belgrad'da futbolcu kartlarını birbirleriyle takas eden amcalar misali anılarımızı takas edebilsek hangi anılarımızı takas ederdik? Çok güzel bir kız/erkekle sevişme anısı, bir askerlik anısına denk midir mesela?

Ve kafamda deli sorular, black mirror senaristlerine mesajımdır. Gelecek bölümde bu konudan yürüyün, her ne kadar daha önce benzer temalı bölümler izletmiş olsanız da gideri var diye düşünüyorum bu konunun. Siz almazsanız mahsun k. ile en yakın zamanda görüşmelere başlıyorum. Stop. 


Şirin Bir Sahil Kasabası aka Essaouira

Şirin Bir Sahil Kasabası aka Essaouira

  • 0
yaşı şiirlere konu olacak zamanları geride bırakmış, hayatını kenara çekip gelip geçeni izleyen insanlar var dünya üstünde. izledikçe, gerizekalıya bak, yıl olmuş ikibinonbeş benim bindokuzaltmışlarda yaptığım hataları yapıyor hala, ilerlemeyi geçtim de nasıl daha moron daha duyarsız olmayı başardınız böyle diye söyleniyor. sen kırıp döktüklerini, nasıl olsa toparlarım diye düşündükçe, o için için gülüyor sana.

beyaz yakalıların sevdiğini alıp bir sahil kasabasına yerleşmesiyle son bulan bir öğle yemeği daha geride kaldı bugün. açmayı istedikleri o restoranları açtılar ve çalışmadan para kazanmanın binbir muhteşem yolunu daha buldular. sonra biraz da siyaset dediler. kimisi savaştan kaçıp ülkeye sığınmış suriyelileri gerisin geri gönderdi, kimisi kürtlerin kökünü kazıdı. bir kısım patron, şirketleri için düşündükleri büyüme planlarını ağzından salyalar akarak bir kez daha anlatırken, allahın hintlileri yapıyorsa biz neden yapmayalım dedi. 
o kadar çabaladıkları halde birşeyin değişmediğini görünce mutsuzlandılar :( neyse ki birinin aklına sabah internette gördüğü çok ama çok komik bir vidyo geldi de onu anlatmaya başladı. başladı ama anlatınca da o kadar güzel olmadı. olmayınca olmuyor demedil neyse ki, mail attı sevgili iş arkadaşlarına -mail yerine geçen daha popüler bir ürün de olabilir- bu sefer hepsi güldü, bi tanesi biraz daha az güldü ama onun zaten başka bir derdi vardı. gibi gibi. yani. yanisi sorun yok. 
bir gün daha beyaz yakalıların çok orjinal olduklarını düşünmeleriyle geride kalıren, hala yavan bir resmin kopyası olmaktan öteye gidememişlerdi.

küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir. 

― Sait Faik Abasıyanık, Semaver 

bazen. ama sadece bazen. ilk önce bu konuda bir anlaşalım. diyorum ki. bazen yolda yürürken bir hissiyat geliyor. hayır, birisi elini cüzdanıma atmış gibi bir hissiyat değil. kafamı karıştırıyorsun. hani sen yoksun ya. yani, yoksun değil mi. bu konuyu netleştiremedik bir türlü. net olmak önemli. neyse. zaman her şeyin netleştiricisi. ne diyordum. hissiyat. nasıl bir hissiyat. şöyle; sanıyorum ki arkadan gelen bir sen var. bir ürperme geliyor, ince mi giyindiysem artık. niye mi arkadan? şimdi bir düşünelim. ne alakası var bunun söylediklerimle. kadının toplumdaki yeri mi dedin. tamam. o zaman benim anlatmak istediğim ne bunu bir ifade edeyim izninle. senin oralarda bir yerlerde olmanı istiyorum ki, öyle bir umudum var ki, evet hala, dönüp bakıyorum arkama. bakıyorum, bakıyorum... 

önceki durak, duvara kilim asarak ısı yalıtımının sağlandığı zamanlar. şimdi medeniyetin altın çağındayız. daha çok tüketebilelim diye, o kilimlerden akan derelere hesler kuruldu. şuncacık dereden çıkacak elektriğe muhtaçmışız ya. kilimlerdeki o derelerden su içen ceylanları da hobi için yaban tv'de avlıyorlar şimdi.
 
mavinin akdeniz iklim kuşağındaki sahil yerleşkeleri için bir özelliği olmalı ama çözemedim henüz. aramaya inandım ve tekrar burdayım. mavi boyalı kapılar bir nevi nazar veya kötü ruh savar olarak görülüyor imiş.



Kalbin Aynası Gözler ve Kepekli Bisküvi

Kalbin Aynası Gözler ve Kepekli Bisküvi

  • 0
çocukların kaybolmakta olan insan değerleri arasında bulunduğu coğrafyalar var, ki hiç de az değiller. üç yaşındaki bir çocuğun sorgulayıcı zekası ile ondört yaşındaki ergenin öfkesini birleştireceğim silah üzerindeki çalışmalarım devam ediyor. muktedirlerin korkulu rüyası, yakında tüm bakkallarda..
arkada televizyon açık, birileri birşeyler söylüyor. zamanın yeni türkiye'sinin açtığı yolda ilerlemeye devam ve her gün çocuklar ölmeye devam ediyormuş. siyasette devamlılık esastır mı dedi birisi?

fotoğraf ilk bakışta, herkesin mutluluk içinde yan yana oturduğu kokakola reklamlarındaki sofralara benziyor. herşeyden mutluluk çıkarmaya hazır bünyeler serotonin salgılamak için tetikte bekliyor. tüm bu ahval ve şerait içinde yanımızdaki çift, buraların yemek kültürünün kendilerine yabancı olduğunu farz edersek, ne yemek sipariş edecekler, az ilerideki kadının aklından geçenlerin kebapla ilişkisiz olmasının olasılığı nedir, birazdan gelecek olan kadın masadan arta kalan zeytinleri toplayıp ne yapacak, insanoğlunda nerelisin sorusuna cevaben duyduğu ülke hakkında aklına ilk gelen ünlü/siyasi/futbol takımı/vs.'yi söyleme alışkanlığı ne zaman edinilmiştir, nerelisin sorusuna verebileceğim alternatif ülke yanıtları neler ve kafamda daha ne deli sorular...

djamaa el fna meydanında, son akşam yemeğini yiyen insanlar, aradan geçen yıllar sonunda yat zıbar ekmeğine esin kaynağı olacaklarından habersiz öylece duruyorlardı. farklı bir zamanda, farklı bir yerde ise, eric clapton yeni yazdığı şarkıyı george harrison'ın sevgilisine dinletirken onun aklını çelmeyi başarıyordu. o şarkının layla ve kendisi şu anda farklı bir düzenleme ile arka planda çalıyor. 

meraklılara not: bu yazının yazıldığı tarih itibari ile yazar kişisi adı geçen şarkı ve hikaye ile çeşitli denemelerde bulunmuş ve ne yazık ki her seferinde başarısız olmayı başarmıştır.

ızgara dumanlarının arasından uzanan bir el, pişmekte olan kebapları işaret ederek diyordu ki, yiyin bunları. gençlerin, vecitıryın, vecitıryın diye ürkekçe mırıldanmaları, sanki çare buymuşcasına, patlıcan ve patatesten ibaret kızartma tabaklarını işaret etmeleri onları bu karmaşanın içinden çıkarabilecek gibi görünmüyordu. korkarım. perfume; the story of a murderer isimli hikaye, aynı temel ile ve tetikleyici unsur olarak kebabın kullanıldığı bir versiyon üzerinden tekrar yazılmak üzereydi. kimsenin'in ise olacaklardan haberi bile yoktu.

kimsenin, insanoğlunun tüm güzelliklerini bünyesinde toplamayı başarmış, olayın gerçekleşeceği meydandan kilometrelerce uzakta çay demlemekte olan bir diğer başkahramanımız. oturmuş, çayın demlenmesini beklerken bir yandan da almanya'dan illegal yollardan getirttiği çay ile marketten aldığı doğu karadeniz mahsulü çayı karıştırma fikrini ortaya atıyor. bakıyor ki ortaya attığı fikir tam bir deha ürünü, dans etmeye başlıyor. çünkü bu bir devrim be bir yerde okuduğuna göre dans edilmeyen devrim devrim değil miymiş neymiş. derken aklına sevdiceği kişisi geliyor. mal gibi kendi kendime sevineceğime sevdiğim insanla da bu güzelliği paylaşayım da o da fikrimden payına düşeni alsın, beni de takdir etsin. sonra da bir takdir/teveccüh sevişmesi yaşarız belki diyerekten içeri yöneliyor. 

sevgili kişisi, beş dakika önce aldığı telefonun şaşkınlığıyla yatağın ucuna oturmuş, hem kafasını iki elinin arasına alıp hem de cenin pozisyonuna geçmeyi başarmış ve şimdi de bunu nasıl başardığına şaşırmakla meşgul.  

daha hakkında hiçbir şey bilmediğimiz sevgili kişisinin başına şaşkınlıkların insepşın olduğu evrenimizde neler gelecek, kimsenin'in uzay-zamanda yaptığı kısa yolculuk, ta buralara gelmemize neden olan çakma vecitıryınlar ve daha aklıma gelmeyen neler... to be or not to be continued...  


Hancı, Şarap Lütfen

Hancı, Şarap Lütfen

  • 0
ışığın doğudan geldiği, ışığın kaynağı ile gözüm arasındaki mesafenin olabildiğine kısa olduğu o zamanlar çok öncelerde kalmış. elimde bir zaman kalmış, onu da bekleyerek kara deliğe çevirdiğim vücudumun içine hapsetmeye çalışıyorum ki geçmesin, gitmesin. 
birşeyleri kaçırıyor olmalıyım. öz maddemin de kaybolup gittiğini farkediyorum bir gün. kaçırdığım buymuş demek. önemsiz geliyor bir an. dalıp gidiyorum.
uyandığımda karşımda, anti maddeden ibaret bir ben. karşımda dediysem ruhsal olarak -ruhsar mı- yoksa görünürde ben aynı ben, evden çıkmamışım hep yemekleri dışardan söylediğim için bünyede bir hantallık var ama sonuç olarak biraz spor felan toparlarım. neyse. burda bitsin.

bu hafta, havuzu bir problem kaynağı olarak değil de, deriye renk verme işleminde kullanan insanların yanında marakeş'te bir çatı katındayım. daha önce alfred hitchcock'un yönettiği james stewart'ın başrolde oynadığı the man who knew too much isimli filminde görmüştüm bu masal diyarını. arkadaş bu nasıl bir şehir ki insanlar kaybolmana izin vermiyor ve dahi senin nereye gideceğini, söylememiş olmana rağmen, senden daha iyi biliyorlar. sen desen ki sağa döneyim, nooo. this way. ama benim otel o yandaydı. yooo. this way. hem it is closed yani. vay bana vaylar bana. 
bu sıcakkanlı, hoşgörü perver insanlar tarafından yönlendirilerek sabahlara kadar meydanlarda eğlenmek zorunda kaldım. yatmaya yöneliyorum, bir bakıyorum yine aynı meydan, dalıyorum kebaba. resmen hoşgörü mağduru oldum arkadaş. 
sabaha doğru artık dükkanlar felan kapanınca dediler artık biz seni tutmayalım. dedim sağolun güzel insanlar, düştüm yola. gecenin bir yarısı olmuş, yatmak istiyorum artık ve ne göreyim. nöbetçi berber içeri davet ediyor beni, gel şu tipi düzeltelim bak o kadar milletten insan var vatanını/milletini temsil ediyorsun burda. bu kadar söze kayıtsız kalamıyorum, vatan çok önemli abi, without blood it is nothing diye giriyorum konuya. amaç adamın takdirini kazanıp istediğim saç modeline kavuşabilmek, yanları kısaltalım üstler uzun kalsın. peki noluyor. nolacak, tabii ki, hele bir soluklan yiğenim. tamam diyorum abi, işinin uzmanı sensin. 
 
ve adem şiş kebaba uzandı...


fotoğraf çekerken kendimi bir pokemon savaşçısı gibi hissettiğim zamanlar oluyor, hatta deklanşöre bastığımda git poke topu diyesi oluyorum içten içe. sonra içimden düşündüğümü farkedince ve içimden birşeyler söyleyip yanımdakinin duymadığına kanaat getirince de koyveriyorum "git poke topu"nu. ben şimdi bunu niye anlattım. şu kareyi çekmemle, bize göre solda yer alan, yan tarafa yönelmiş adamın kenardan pet şişeyi kafama savurma hareketi yapması bir oldu. yalnız adam o kadar sağduyulu ki bırak elinde tuttuğu bıçağı bana fırlatmayı, pet şişeyi bile atmadı, belki de değmez dedi bilemiyorum. eğer burayı okuyorsanız, olum beni arena ekibinden mi sandınız da tepki gösterdiniz anlamadım ki, tamam yaptığınız her ne ise steril görünmüyordu ama lezzetini pislik içinde gizli olduğunu bilecek kadar yaşadım. diyeceğim o ki benden size zarar gelmez ve tüm balıklar için teşekkürler. balık ne alaka değil mi, bir google da arat bakalım.

 ...

arattın ve yine bir alakasını kuramadın değil mi? işte o zaman otostopçunun galaksi rehberini okumanın vakti gelmiş demektir. 

--- burdan sonrasına kitabı okuduktan sonra devam et ---
bitirdiğinde buraya geri dönersen sırf sana otostopçuyu okutabilmek için tüm bunlara katlandığımı  farkedecek işbu yazının yazılma tarihinden bir-iki hafta öncesi, marakeş sokaklarında dolaşmakta olan bir adamın aklından geçen dahiyane bir fikir. uygulamak için yöre halkından aldığı yardımlar, "onun için bunca şeyi yapan senin gibi birisi olduğu için ne kadar şanslı ve umarım bunun farkında"dırlar. "bırak abi yea kim neyin farkında allaşkına"lar.. ve benim allah belamı versin diyeceksin. ama öyle iyi anlamda. nasıl bir iyi anlamsa artık onu da jürinin takdirine bırakıyorum.



fotoğraftan hızla uzaklaşmakta olan tavuk, kesilip temizlendikten sonra alıcısına pişirilmeye hazır bir şekilde teslim edilecekti. amerika'dan - bildiğiniz öz amerika bir de latin amerika olacaktı aşağılarda ama onlar fason olanlar, burdan şunu öğreniyoruz ki bir şeyin kaynağında ingilizlik varsa özdür, hakikidir- fast-food geldi, italyanlar kültürlerini korumak için karşı atakla slow-food'u sürdü sahalara. fas ikisini birbiriyle harman edip bize birşeyler anlatmak istiyor sanki ?!?
Çocukları Tarafından Terkedilmiş Bir Lunapark Gördüm

Çocukları Tarafından Terkedilmiş Bir Lunapark Gördüm

  • 0
Zeytin ağacını, çocukluğumda yaptığım yazlık ziyaretlerinde pek tutmamıştım. Ağaç dediğin gölge vermeli gibi çok temel bir noktadan saldırıyordum zeytin ağaçlarına ve bana karşı öne sürebilecekleri bir tez olmadığından olsa gerek susmakla yetiniyorlardı. o zamanki şirarım tüm ağaçlar söğüt gibi olsa dünya çok daha güzel bir yer olur idi. Şimdi düşününce, ne uğraşıcam ergen kafalıyla diyerekten susuyormuş zeytin ağaçları ve tüm dünyayı altına alacak bir söğüt ağacı olsa  dev bir kahvehanede yancılık yaparak geçirirdik hayatlarımızı. 
Olea prima arborum omnium est.

Betona oturma çocuğun olmaz diye yetiştirilmiş bir nesil var ülkede, bu insanların, bütün parkların sökülüp yerine ucube beton kalıplarının dökülmesini, aa ne güzel diye izlemesini bekleyemezsin. beklersen ışıklarını yakan bir kısım insan sana, bekleme yapma devam et diyebilir. Sen bölüm sonu canavarı ol, ben gerekirse bütün tuş kombinasyonlarını dener yine seni geçecek bir yol bulurum canım.
Hani topraktan geldik toprağa gidecez diyordun, şimdi hem nerden geldiğin belli değil hem de kaçacağın bir yer kalmadı.

146 ile internete bağlandığım yıllardan geçiyoruz, sosyal ilişkilerin sanal ortama taşınma projesinin daha başları ve mirc kanalları üzerinden slm ler, asl ler ve neler neler.. en büyük eğlencelerimizden biri heavy metal kanalının yılmaz fedaileri olarak rap kanalına girip, kanalın orta yerine bir takım küfürlü laflar ettikten sonra kick lenmeyi beklemek. 

Aradan geçen yıllar geçer ve ben sol alt köşeden, uzaktaki bir imge olarak ekrana girerim. Burdan devam..

Yakın zamanda 2pac mahlaslı rap şarkıcısının söylediklerini dinleyince, rap dinleyenlerin de iyi insanlar olabileceğini düşünmeye başladım... Şaka la şaka hala rap dinleyenlerin bir işe yaramayan insanlar olduğunu düşünüyorum, bir insan bu kadar zaman geçmesine rağmen hiç mi değişmez arkadaş, koca nehirler bırak değişmeyi, kurudu gitti ve ben hala pi sayısı kadar sabitim.

Sessizlik ve gözlerimin önünde cartel tişörtlü bir annenin belirmesi ile yola gelmem.

Bence zamanın birinde, birkaç herif çıkıp "hadi şu insanları kontrol altına almanın bir yolunu bulalım" dediler ve kutsal kitapları bu nedenle yazdılar.

Tanrı'ya ibadet için kullandıkları binaların yarısını tanrı'ya ihtiyacı olanlara verselerdi, bir sıkıntımız kalmazdı.
Tupac Amaru Shakur 

Sonsuz: En büyük şeyden daha büyük olup da biraz da fazlası olan. Aslında bundan da büyük, gerçekten şaşırtıcı muazzamlıkta, tam anlamıyla şok edici bir boyutta, gerçekten "ooo, bu çok büyük" dedirtecek bir zaman süresi. Sonsuzluk o kadar büyüktür ki, karşılaştırıldığında büyüklüğün kendisi onun yanında gerçekten minicik gözükür. Burada anlatmaya çalıştığımız kavram, dev gibi büyük çarpı dağ gibi muazzam çarpı şaşırtıcı derecede kocaman cinsinden birşeydir. 

Hitchhiker's Guide to the Galaxy -- Douglas Adams


ben giderken bu yollardan, sen geri dönüyordun. tamam ama bunun aramızdakilerle, konuştuklarımızla ne alakası var, aynı yolda farklı yönlere doğru gidip duracak mıyız yani, hep. ben böyle olsun istemiyorum ki, de ki bana bekle burda, ben bir bakkala gidip gelicem. ben beklerim. gelirken sana da birşeyler aliym mi diye sor bir de, sevinirim bile. hem bilmiyor musun, benim gibiler apartmanın hemen altındaki pastaneden buram buram kokusu gelen poğaçalara direnmek için tembelliklerini kullanırlar. tek derdim beklemek olsun.
aklıma gelmişken, aynı yolun yolcusuyuz biz demiştin zamanında ve şimdi gelip başka bir şeyler söylüyorsun, anlamadığım. ingilizce konuşan milletler buna gibberish derler, bundan sonra ben de öyle söyliycem hem söylemesi de güzel. 
bak. kafam karıştı yine, beğendin mi bu yaptığını. bunu beğenenler başka neleri beğendi bari bunu söyle, söylemiyorsun ki hiç birşey. 
tamam, peki. son sorulara geliyoruz, benden ne gibi bir tepki vermemi bekliyorsun? 
bu derebeylik sözler benim kafamı daha fazla karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor netekim.