uzun zaman göremeyince seni
gözlerim,
sızlanıyorlar bana
ayakkabım ayağıma vurdu geçen
dalağım durup dururken şişer oldu
nefessiz kaldım bilgisayar başlarında
doktora gittim
anlattım
bütüüün bu olanları
"sana lens veriyorum en büyük çaplısından, belli ki göremiyorsun onu."
dedi
hipokrat diye gittiğim de aşk doktoru çıkınca
sana kavuşmak başka baharlara kaldı
ah,
sandoz, benim köpürcüklü içeceğim.
ne çok özlemiştim halbuki seni!
demek sen geldin
yine
bi elinde iki kilo domates
diğerinde bana yüklediğin anlamlar
çok mu bekledin
sanki hayatının anlamıymışım da
fonda da pinhani çalıyormuş gibi bakma bana
bari kendimizi feda etmiyelim pop kültürüne
yağmur altında sırılsıklam öpüşen fotoğraflar değiliz ki biz
unuttun mu
normalin de normaliyiz
selam parlement kuşağı izleyicileri. blogumdan yaptığım yayın dönemime uzun bir ara vermiş idim ancak mandalinaların satışa çıkması ve eve aldığım iki kilo mandalinayla izlediğimi bir takım filmleri bloguma notlar şeklinde yazmaya devam ediyorum..
zatoichi.. battle royale ile tanıştığım takeshi kitano'nun 2003 yapımı kill billvari - bu sıfatı yapıştırmamın yegane nedeni kill bill'in kişisel sinema zaman çizgimde daha önde yer almasındandır - filmi. her ne kadar kanlı kılıç sahnelerinde kill bill ile paralellik gösterse de işin içine uzak doğu felsefesi girince çok daha derinlikli gözüktü film benim gözüme. gerek ailesinin öldürülmesinden sonra geyşa olarak kız kardeşiyle etrafta dolanan eleman, gerekse filmin karanlık karakteri ronin filmi daha enteresan kılarken, shaolin soccer ekolünden gelen shinkici ve benzeri karakterler de geyik unsurları filme girdirtmiş. daha önce bu tür ağır uzakdoğu filmlerinde rastlamadığım bir eğlence kapasitesine sahip. filmin müzikleri de kitano'nun beat esintilerini taşıyor, şimdiye kadar izlediğim -ki bu sayı yüzlerce değil tabii ki- uzakdoğu filmleri içinde en eğlenceli soundtracke sahip film olduğunu söyleyebilirim. battle royale, oldboy gibi filmlerin yanına aklıma yazıyorum zatoichi nam-ı diğer çıkrıkçıyı.
zatoichi.. battle royale ile tanıştığım takeshi kitano'nun 2003 yapımı kill billvari - bu sıfatı yapıştırmamın yegane nedeni kill bill'in kişisel sinema zaman çizgimde daha önde yer almasındandır - filmi. her ne kadar kanlı kılıç sahnelerinde kill bill ile paralellik gösterse de işin içine uzak doğu felsefesi girince çok daha derinlikli gözüktü film benim gözüme. gerek ailesinin öldürülmesinden sonra geyşa olarak kız kardeşiyle etrafta dolanan eleman, gerekse filmin karanlık karakteri ronin filmi daha enteresan kılarken, shaolin soccer ekolünden gelen shinkici ve benzeri karakterler de geyik unsurları filme girdirtmiş. daha önce bu tür ağır uzakdoğu filmlerinde rastlamadığım bir eğlence kapasitesine sahip. filmin müzikleri de kitano'nun beat esintilerini taşıyor, şimdiye kadar izlediğim -ki bu sayı yüzlerce değil tabii ki- uzakdoğu filmleri içinde en eğlenceli soundtracke sahip film olduğunu söyleyebilirim. battle royale, oldboy gibi filmlerin yanına aklıma yazıyorum zatoichi nam-ı diğer çıkrıkçıyı.
son dakika...
bir döneme,oh yeah-yol hükümetine yaptıkları darbeyle damgasını vuran birtakım ünlü komutanlar Sakıp sabancı müzesinde salvador dali'nin sergisini gezerken objektiflere yakalandılar. kameraları görür görmez utangaçlılarını gizleyemeyen kendi aralarında kıkır kıkır konuşmaya başlayan komtanlar, muhabirimizin "hay şu postmodern şansıma benim" demesiyle, birden pipolarını yakarak murat boz'un yakaladığı çıkıştan, posta gastesinin verdiği pazar ekinin ne kadar da başarılı olduğundan dem vurmaya başladılar. kendilerine yaşanan bu ani değişimin nedenini sorduğumuzda, içlerinde uzun desen uzun değil kısa desen kısa değil boylu olanı şu açıklamayı yaptı harfine dokunmadan yayınlıyoruz.
not:söyleşide ses kayıt özelliği debulunan cep telefonuyla yapılmıştır.
"abi valla durumun özeti şu: yıl bilmem kaç biz yine başbakan bikaç bakan, komtanlar bi de bizim sekreter toplanmışız mgk'da cumhurbaşkanı yine terör, ekonomi felan bişeyler anlatıyo. bize bi sıkkınlık geldi -laf arasında zaten adam masal anlatır gibi- küçük kağıtlara bişeyler yazıp c.başkanına yakalanmadan sohbet etmeye başladık. baktı başbakanlar felan bizim muhabbet koyu onlar da girdi, moldovan'ın ne kadar da iyi bir golcü olduğundan felan bahsediyoruz. olayların üstünden zaman geçti gastelerde bizimle alakalı postmodern lafları gezinmeye başladı. bizim de hoşumuza gitti tabi, çevrede de "vaaay artiz" nidalarıyla karşılanmaya başlayınca kendimizden geçtik biz. bikaç sergiydi konserdi derken kendimizi sanat dünyasının şehvetli kollarına bulduk. işte hal-i purmelalimizin kısa hikayesi budur."
bir döneme,oh yeah-yol hükümetine yaptıkları darbeyle damgasını vuran birtakım ünlü komutanlar Sakıp sabancı müzesinde salvador dali'nin sergisini gezerken objektiflere yakalandılar. kameraları görür görmez utangaçlılarını gizleyemeyen kendi aralarında kıkır kıkır konuşmaya başlayan komtanlar, muhabirimizin "hay şu postmodern şansıma benim" demesiyle, birden pipolarını yakarak murat boz'un yakaladığı çıkıştan, posta gastesinin verdiği pazar ekinin ne kadar da başarılı olduğundan dem vurmaya başladılar. kendilerine yaşanan bu ani değişimin nedenini sorduğumuzda, içlerinde uzun desen uzun değil kısa desen kısa değil boylu olanı şu açıklamayı yaptı harfine dokunmadan yayınlıyoruz.
not:söyleşide ses kayıt özelliği debulunan cep telefonuyla yapılmıştır.
"abi valla durumun özeti şu: yıl bilmem kaç biz yine başbakan bikaç bakan, komtanlar bi de bizim sekreter toplanmışız mgk'da cumhurbaşkanı yine terör, ekonomi felan bişeyler anlatıyo. bize bi sıkkınlık geldi -laf arasında zaten adam masal anlatır gibi- küçük kağıtlara bişeyler yazıp c.başkanına yakalanmadan sohbet etmeye başladık. baktı başbakanlar felan bizim muhabbet koyu onlar da girdi, moldovan'ın ne kadar da iyi bir golcü olduğundan felan bahsediyoruz. olayların üstünden zaman geçti gastelerde bizimle alakalı postmodern lafları gezinmeye başladı. bizim de hoşumuza gitti tabi, çevrede de "vaaay artiz" nidalarıyla karşılanmaya başlayınca kendimizden geçtik biz. bikaç sergiydi konserdi derken kendimizi sanat dünyasının şehvetli kollarına bulduk. işte hal-i purmelalimizin kısa hikayesi budur."
dikkat!
sayın diyarbekir bilmemkaçıncı mahkeme hakimi sözüm sana. arkadaşım girmeyeceksin anladık bilogumuza ama dükkanın önünü kapama bari be. zaten tahminen internetle olan ilişkin milliyet'te foto galeri gezmekten öte değildir. nerden bileceksin garibanın biri kendi kendine çiziktiriyor bişeyler kendini asosyal kafka'nın kuzeni yerine koyuyor. iki bilemeden yirmi iki kişi okuyunca da yazdıklarını mutluluktan wataşiba candy'ye dönüyor. hiç mi hulusi kentmen'i izlemediniz, hiç mi hoşgörüden nasibinizi almadınız burda ofsayt osman'a dönmüşüm ben sen hala korner direğinin dibinde bayrağını burnuma sokuyorsun. bu da gol değil tamam. oldu olacak yazdıklarımı ölünce delete et diye sana emanet edeyim, max brod gibi yayınlayayım diye aklının ucundan bile geçirmezsin.
yarın itibariyle daha net bakmaya başlayacağım dünyaya 1.25 dereceli 90x çaplı lenslerimle. bu da demek oluyor ki michael scofiel triplerine daha az girebileceğim, gözlerimi kısıp beşiktaş-kadıköy vapurunda uzaklara dalabileceğim.
araya sıkışan hayatın içinden enstantane: tam da bunları yazar ikene ekranda efes pilsen, euroleague maçında rakibi partizan üstüne onuncu yıl marşı eşliğinde hücum ediyor ve kere biloğu yiyor.
kısa bir aradan sonra yine lenslerimle burdayım. dedim ya hani net bakacağım hayata daha zırvaları takmadan etkisini gösterdi üzerimde. olay şudur ki işe başladığımdan beri kaçmak istiyorum çevremdeki herkesten sıkıldım bu hayattan, yalnız kalmak istiyorum triplerindeydim. ama saat 19:47 itibariyle gördüm ki ne çevremde kaçabileceğim bir herkes ne de kaçabileceğim huzur bulabileceğim bir yer var.
araya sıkışan hayatın içinden enstantane: tam da bunları yazar ikene ekranda efes pilsen, euroleague maçında rakibi partizan üstüne onuncu yıl marşı eşliğinde hücum ediyor ve kere biloğu yiyor.
kısa bir aradan sonra yine lenslerimle burdayım. dedim ya hani net bakacağım hayata daha zırvaları takmadan etkisini gösterdi üzerimde. olay şudur ki işe başladığımdan beri kaçmak istiyorum çevremdeki herkesten sıkıldım bu hayattan, yalnız kalmak istiyorum triplerindeydim. ama saat 19:47 itibariyle gördüm ki ne çevremde kaçabileceğim bir herkes ne de kaçabileceğim huzur bulabileceğim bir yer var.
hayatımdaki 164. perşembe günü bugün. diğerlerinden pek de farklı olmamakla birlikte içimdeki boşluğu arttıran bir gün olarak kayıtlara geçti,dün geceden tek aklımda kalan ise bi ara hulk'a dönüşmüş olduğum sonra kimin canını ne kadar yaktım bilmiyorum.
AMA bu sabah dünden bağımsız olarak dingin olarak başladı ve en azından saat 12'ye (gündüz) kadar da kendimi birşeylerden kurtulmuş, yırtmış hissetmeye devam edeceğim. tüm bunların üstüne iki kaşık nescafe classic, 2 doğuş marka küp şekerden ibaret, ikea bardağında servis ettiğim sabah kahvemi lastfm'deki yann tiersen taglı müzikler eşliğinde içebileceğim hatta içiyorum -ahanda araya kings of convenience karıştı. peki mutlu muyum, eh işte. daha çok hulklaşma sonrası sendromumda hissizim, reset yemiş bilgisayar gibiyim bir nevi.
tam da benzetmelerle, akrostişlerle -yok artık- bezediğim yazımı sonlandırayazmışken kapıdan lavaş ekmeğe sarılı helva ikram edildi, birinin mi ruhu şad oldu .
AMA bu sabah dünden bağımsız olarak dingin olarak başladı ve en azından saat 12'ye (gündüz) kadar da kendimi birşeylerden kurtulmuş, yırtmış hissetmeye devam edeceğim. tüm bunların üstüne iki kaşık nescafe classic, 2 doğuş marka küp şekerden ibaret, ikea bardağında servis ettiğim sabah kahvemi lastfm'deki yann tiersen taglı müzikler eşliğinde içebileceğim hatta içiyorum -ahanda araya kings of convenience karıştı. peki mutlu muyum, eh işte. daha çok hulklaşma sonrası sendromumda hissizim, reset yemiş bilgisayar gibiyim bir nevi.
tam da benzetmelerle, akrostişlerle -yok artık- bezediğim yazımı sonlandırayazmışken kapıdan lavaş ekmeğe sarılı helva ikram edildi, birinin mi ruhu şad oldu .
sabah son anda yataktan kalk, dişlerini fırçala. kapının arkasında asılı duran yığınla elbiseden yeni bir kombinasyon oluştur. bi bardak su iç. hızla evden çık. kapıyı iki kere kilitle. beş dakikalık yürüyüş. servis bekleyenlere 'günaydın'. yaklaşık 45 dakikalık yolculuk boyunca kosinski'den boyalı kuş'u oku. arada gözlerin kapansın. sağa sola yeni yüzler var mı diye bak. sabah bir adet uzun kaşarlı simit ve üç şekerli çay ile güne başla. otomatik portakala dönen günümün başlangıç hikayesi işte budur...
..tu bi kontinyud
insanoğlu yazdıkça ucu yumuşayan kalem gibidir. daha bebekken dünyanın en büyük eylemcisi olan yirmilerinde devrim yapanlar kül olup uçtuklarında kupa bardakların üzerinde yer buluyorlar kendilerine.
bir yunan söylencesi
zaman ilerledikçe cnbce izleyip radikal okumaya indirgenen alternatiflik, karşılık bayağılaştırmıyor mu yaşantıları, farkında mısınız tehlikenin ?
ne anladım bu filmden
yaşamın kıyısında olmalıydım diye düşündüm ilk başta. böyle planlamamıştım ki ben diye geçirdim içimden. duydularımı notalara yansıttım.ince re sol la si do çıktı karşıma. neden dedim flüdüme. çok çarpıklaştın olm sen neden bu olsa gerek doldurulmasına hayat çizginin dedi. kimsin sen dedim. hasan ben dedi. hangi hasan dememle eki eki diye gülmeye başladı. anlamıştım. anladığımı anlamıştı.
ne istediğini bilmeyen birinin bu kadar sürede çoktan sıkılması gerekiyordu sanki. ama hala burdaydım. cimcikledim kendimi ve evet hala canlıydım. sadece biraz yalnızlaşmış. biraz monotonlaşmıştım.
uyandım. rüyaymış yazdıklarım. tek gerçek mesaiymiş.
ne istediğini bilmeyen birinin bu kadar sürede çoktan sıkılması gerekiyordu sanki. ama hala burdaydım. cimcikledim kendimi ve evet hala canlıydım. sadece biraz yalnızlaşmış. biraz monotonlaşmıştım.
uyandım. rüyaymış yazdıklarım. tek gerçek mesaiymiş.
var mısın yoksa yok musun isimli yarışmadaki kutudan 5oo.ooo ytl açıması sonrasında ordaki insanların yüz ifadelerine bayılyorm. birisi çıksa bunları fotoğraflayı bi fotoğraf sergisi açsa ismini de küçük insanların küçük tripleri koysa, kutumdan 2 lira çıkmış gibi sevinir, galeriye giriş parası olarak verirdim.
not : blogumun yeni görüntüsü nası olmuş çok güzel di mi. evet biliyorum biliyorum. teşekkürler. yapımda ve yayında emeği geçenlere bankanın teklifi 1ytl var mısın yok musun ?
bu postu da soruyla bitirerek cliffhanger sanatına yeni bir boyut kazandırdım. tekrar sağolun
Macarena
ancak msn penceremden yüzüme arsızca sırıtan encarta ile onun kardeşi spleak radyodan gelen travis- unknown track ile birleştiğinde ve telefonumun ışığının en son ne zaman yandığını hatırlamadığımda anladım gerçekten yalnız -veya yanlız- olduğumu. unutmuşum en son ne zaman isteyerek ağzımı açıp konuşmaya heveslendiğimi, hamamböceğine dönüşmüş olmaktan daha iyi bir durumda mıydım acaba, belki dışarı çıkmaya tanıdık birini korkmasaydım evet. ama eğer gerçekleri konuşacaksam bu sefer hayır. insanın birşeye dönüşmesinin panzehiri bulunabilir -malum tıp da ilerledi gitti hem nevroloji de icad olundu- ama zaten insan hep o dönüştüğünü sandığı birşeyse onun da ilacı var mıdır abidin?
insan kendini çözebilir mi?
referans için bkz. yalnızlığın korunumu yasası
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)