Geriye

  • 0
evvel zaman içinde kalbur saman içinde, güneşli günlerden biri. first person shooter tadındaki kahramanım ahmet, içinde anno dominiden sonra dokuzuncu yıl hissi ile uyanır. kaldığı yerden devam etmek ister hayata. yapamaz ama. ne yazık. ölüler ancak ölmeye devam edebilirler çünkü. hem ölmeye devam edip hem de kendi hikayemi yazabilirim belki diye düşünür hemen, aklına ghost filmini getirir devamında da. ölü olma durumu hakkındaki tek referansı bu filmdir netekim. başlar yazmaya elinde ucu kütleşmiş kurşun kalemiyle. evden iki cep çitlek ile kaçtığı, kendini doğaya adama amacıyla yollara düştüğü ve kırksekiz saat sonra da yüksek volümlü karın gurultuları eşliğinde evine döndüğü hikayesine.

o gün, evden aldığım cepler dolusu çitleği çitleyerek, önce hızla, sonra bacaklarımda laktik asit birikmesini önleyeceğini düşünerek yavaşça yürüyerek düştüm yollara. ve kımıl kımıl uzaklaştım evceğizimden. şehirlerarası yolun kenarından çimenlikten yürüyor olmama rağmen, otostop çekmeye prensip olarak karşı bir hareketti benimkisi. vahşiye gidiyordum..
[ne yazık ki yazarımızın bu kısımda yazdıklarını kalemin azizliğinden dolayı aktaramıyorum. bundan mütevellit, ikinci günün sabahına kadar olan zaman diliminde yaşananlar tarihin bir bilinmeyeni olarak kalacak.]
o sabah, yani evden uzak ilk gecemin sabahında ,uyandığımda yatak niyetine üstüne kıvrılarak uyuduğum şeyin bir otlar bütünü olduğunu görünce rahatsız olmadım hiç. yaşadıklarımdan sonra tersine yeni bir bilinç enjekte edilmiş gibiydi bol kıvrımlı beynime. doğaya uyum sağlamaya başladım bile diye aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum. yattığım yerden kalkmadan, saatin kaç olduğunu merak etmeden uzandım boylu boyunca. öylece gökyüzünü seyrettim uzunca bir süre. bulutların hareketlerini takip ederken aklımdan modern zaman zombilerinin güne başlangıç sekansının ikibin yıl uzağında olduğumu geçirdim. hayaller hayaller. onlar özgürlük kırıntılarıyla beslenirken ben, koca bir ısırık aldım ortalığı saran hiçlik duygusundan. özgürdüm. hem de en ilkel en saf özgürlüktü benimkisi.
ama özgürlük karın doyurmaya yetmiyordu, ünlü olamamış bir düşünürün düşündüğü gibi. siz ne bileceksiniz, peh. ayağa kalktım yavaşça, aranmaya başladım. her ne kadar bu yepyeni bilincimi zedelemek istemesem de, izlediğim filmlerden görüntüler doluştu kafamın içine.
aldığım tüyolarla, people are strange sesi gelirken solucan deliğinin öte ucundan, elimde ucu sivrileştirilmiş bir dal parçası ile yeşilliğin orta yerinde buluverdim kendimi. daha önceleri lisede yıl sonu pikniklerinde çok kere geldiğim bu yerin anlamını, önemini yeni kavrayabiliyor olduğuma üzülsem mi sevinsem mi bilemiyordum. lakin açlığım kararsızlığımın uzun sürmesine mani oldu. ve kendini benim gibi vahşi doğanın içine atmış bir tavuğun peşine düştüm.
önce pusuya yatarak ani bir hamle ile yakalayabileceğimi düşündüm ancak tavuk bir insana göre yakalanmama konusunda oldukça tecrübeliydi. derken ben de ani bir atakla koşturmaya başladım peşinden. çılgınlar gibiydim, damarlarıma hücum eden serotonin ile kendimden geçmiştim. tavuk ile uzaktan yakından alakam kalmamıştı, üzerimdekileri bir bir çıkarıyor çıplak bedenimle tozun toprağın içinde debeleniyordum. ikibinli yıllara inat ilkelliğin tadını çıkarıyordum. değme griinpiysçilere taş çıkartıyordum. yorulma belirtileri hafiften başlayıpnca yöntem değiştirdim tekrardan. atladım tavuğun üstüne basketbol ayakkabılarımın verdiği güç ile. ikinci atlayışta da yakaladım müstakbel yemeğimi. allah'ın hakkı üçtür. çok sağol doğa ana.
[tavuk cephesinde ise haberler hiç iyi değildi. anasız büyüyücek yavrularını düşünüp düşünüp doğa anaya küfrü basıyordu t. tavuğun hikayesi;
o sabah uyandığımda kuluçka evremin tam yirmi üçüncü günüydü. bunca süre aynı pozisyonda oturmuş ve çektiğim acıya dayanamaz olmuştum ki tanrıya şükürler olsun ki yumurtadan kıpırtılar gelmeye başladı. prosedür icabı kalktım yumurtanın üzerinden tabii ve özgürlüğümün tadını çıkarmak için yakındaki piknik alanına gittim. hem biraz bacaklarımı açıp, hamlığımı atmak hem de bişeyler atıştırmaktı dniyetim. derken hiç beklemediğim bu olaylar silsilesi
geldi başıma.]
tavuğun kafasını filmlerden gördüğüm boyun kırma hareketi ile kırdım. kıtırt. çıkan tırt sesi ile içim bir hoş olmuştu ama, vakit kaybetmeden tüylerini yolmaya başlamam gerekiyordu. çevreden kan kokusun alıp gelebilecek tehlikelerden için için tırsıyordum netekim. ama korktuğumu da kendime belli etmemeye çalışıyordum ötee yandan.
midem kazınmaya başlayınca çevredeki bodur ağaçların domatiz biçimli ufak meyvelerinden attım ağzıma açlığımı bastırır diyerekten. [daha sonra bünyemdeki ishale sebep olarak öğrenecektim bu minik domatizleri] güneş tepeye çıkmış iken pişirmeye hazır idi artık müstakbel yemeğim.
hemen çevreden kozalak ve bilimum kuru dalları toplayıp kav marka bir adet kibrit vasıtası ilen ateşe verdim. light my fire. sivrileştirdiğim dalı bulup tavuğu taktım ucuna ve kızarana kadar pişirdim. doğal yaşamda ilk günüm hiç de fena gitmiyordu.
yemeğimi bitirip öğle uykumdan uyandığımda ise güneş alçalmaya başlamıştı bile. yalnızlık hissimin nüksetmesi ile kendime zor zamanlarda tutunacak, danışacak bir varlık, kendisime özel bir put icat etmeye koyuldum. malzeme olarak elimin altındakileri, tavuğun arta kalan kemik/tüyleri, yatağımdan kalan sararmış çimenler ve harç olarak da çamur kullandım. böylece sürreel, evrime götürgeçimi bitirdiğimde hava kararmış, günün yorgunluğu üstüme çökmüş idi tüm haşmetiyle.
putumdan arta kalan çimenden kendime bir yastık yaptım böylece. uykuya daldım, yıldızları seyrederken. gecenin köründe uyandığımda kendime bile farketmeden altıma sıçmayı başarmıştım. aniden vücudumu basan yüksek sıcaklık ile kendimi yollara vurdum tekrardan. bu kez ters istikamete. yürürken bir yandan da kendimi temizlemeye çalışıyordum. onbeş dakikada bir tekrar tekrar tuvalet molaları veriyor, bünyemdeki son gurur kırıntılarını da vücudumdan atıyordum böylece. işte bu ahval ve şerait içinde, eve vardığımda ar damarı çatlamış ben, naber millet diyebildim sade.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder