sigmund freud
*Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki; bir bütün olarak içimize sığmaz. sevdiğimiz insana doğru karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey; kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür. bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebi ise, kendimizden çıktığını fark edemeyişimizdir..
tanrı dünyayı altı günde yaratmış, yedinci gün ise yorulmuş ve dinlenmiş peki ben neden yedi gündür düşüyorum altı günlük dünyada ve neden hala dibe vuramadım..
orda burda yok efenim boşanmanın çocuklar üzerine etkisi, 80lerin brooklyn'i şeklinde tanıtılsa da bence en önde yapmacık entellektüelliğin eleştirisini içeren bir film bu the squid and the whale denilen.. şöyle ki, babasını kendine kopyalayan çocuk kafka'nın dönüşümünü tarif eylemek için kafkaesk tanımını kullanmış, kitaplar hakkında kendi düşüncelerini üretmek yerine babasının düşüncelerini kendine rehber edinmiş, netekim filmin sonunda kendi gözleriyle görmeye karar verebilmiştir mürekkep balığı ilen balinanın savaşını.. david lynch'den godard'a babanın söylevleri de babanın durumunu daha bir belirgenleştirmek için miydi orasını bilemiyorum ama eğlenceliydi..
boş zaman, gereksiz bilgi dedim ya bu kadarıyla da durmadım tabi eski singer marka dikiş makinamız aklıma geldi - adeta bir sahne dekoru gibiydi - bi baktım mahatma gandhi abimiz singer dikiş makinaları için icat edilmiş yararlı birkaç şeyden biri demiş, 1940lı yılların bir jamaika halk ezgisinde geçen sözler ise aklıma durgunluk verdi -neyse ki geçti sonra- şöyle ki:
"...Miss Caroline tell me how
you spend your time
I spend all my time
Around the Singer machine..."
daha bununla da kalmamış amerikan iç savaşı sırasında analar, bacılar asker üniformalarını singer dikiş makinalarıyla dikmişler, bu üniformaları çok beğenen rus çarı III. Alexander da hemen bizim askerlere de böyle üniformalar dikilsin demiş, ama olay bu kadarıyla da kalmamış rus-japon savaşı sırasında rusların çadırlarını - ki bunlar da singer ilen dikilmiş - ve üniformalarını gören japon imaparatoru ben de isterüm bunlardan hemen bana da dikilsin demüş, oy içim bayıldı ulan, ne singer muhabbeti yaptım yahu.. neyse keseyim burada, selamlar singer, selamlar Maurice Ravel öptüm kib..
başka bir kişilikle yaşanmış,
bir başka hayat vardır.
gerçek zaman, eşit saatlere bölünmüş,
mekanik bir yapı değildir.
tüm bunların sonunda burnunuza gelen şey,
'katmerli papatyaların ateşte yanan kalplerinin kokusu' olacaktır.
Boris Vian
geri dönüşüm kutusu
günün sözü: futbol 90 dakika suren ve sonucunu genç golcü semih'in belirlediği bir oyundur.
eski oyunları yad etme seansımın son aşamasına bugünlük outlaws ile son vereyim diyorum.. sen ne dersin marshall ?
hatırlıyorum da seni serdar'ın evinde ilk gördüğümde iki cdlik oyun mu olur lan gibi bir tepki vermiştim, hiç ileri görüşlü değilmişim.. ama insanı gaza getiren müziğinle - ennio amcanın besteleriymiş yine- , "where are you marshall?" , "dont be a fool marshall" benzeri geyik laflarınla, yaptığın tavuk taklitleriyle en sevdiğim oyun oldun sen.. öyle ki devamın çıkmıştı da onu da almıştım simit paramı biriktirip.. bunca nostaljiden, gözyaşı dökmeden sonra adamımın adının marshall değil de james anderson olduğunu, marshall kelimesinin şerif manasına geldiğini unutmam da benim ayıbım olsun.. selamlar
o gergin müziğinle ortaokul yıllarımızda saatlerimizi yiyen oyundun be sen blood.. bi çıkış için saatlerce dolanırdık ya zamanında, şimdi bakıyorum ne hale gelmişin, o eski halinden eser yok şimdi, saçların da beyazlamış ..
sözde senin gibi oyunların kalitelerini test eden adam olacaktım, sırf bu yüzden össlere girdim ya, böyle mi olacaktı sonum, söyle söyle söylesene..
ne doluymuşum be arkadaş sana karşı..
İstanbul Tuzla’daki tersanelerde son bir yıl içinde yaşanan işçi ölümleri hiçbir biçimde “kaza” olarak nitelenemez. Hızla büyümekte olan gemi inşa sektörünün kapitalistleri, dünya pazarından büyüyen bir pay alabilmek için işçilik maliyetlerini düşük tutmak amacıyla bir yandan işçileri taşeronlara teslim etmekte, bir yandan da yasaları da çiğneyerek işçi sağlığı ve iş güvenliğini ayaklar altına almaktadırlar. Tersane kapitalistlerinin örgütü olan GİSBİR’in başkanı “kazalar normaldir, olur” diyerek kâr hırsının patronların gözünü nasıl döndürmüş olduğunu ortaya koymuştur.
Hükümet ve parlamento, göstermelik bir takım araştırmalarla meselenin üzerini kapatmaya çalışıyor. İş müfettişlerinin dehşet verici ihlalleri belgeleyen raporları raflarda tozalanmaya terk edilmiştir. Muhalefet partileri göz boyamaya yönelik bir takım protestoların ötesine geçmemektedirler. Yargı sessizdir. Türkiye nefesini tutmuş, 19. yüzyıla yaraşır kanlı bir işyerinde oynanan bu trajediye seyirlik bir oyun gibi bakmaktadır.
Bütün bunlar yaşanırken işçiler mücadelelerinde karşılarında polisi ve jandarmayı bulmaktadırlar. DİSK Limter-İş sendikasının yöneticileri ve sendika üyeleri eylemlerinde defalarca polis saldırısına maruz kalmış, birçok kez gözaltına alınmışlardır. Şimdi Limter-İş 16 Haziran günü yeniden bir grev ilan etmiştir. Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihindeki en büyük isyan olan 15-16 Haziran 1970 olaylarının yıldönümü için ilan edilen bu greve destek vermek, seri katillerin yanında olmayan herkesin boyun borcudur.
Biz aşağıda imzası bulunan işçi sınıfının dostu aydınlar olarak, tersane işçilerinin bu mücadelesini desteklediğimizi ve o gün işçilerin yanında bulunacağımızı kamuoyuna duyuruyoruz.
Tuzla’da seri cinayetlere son!
Taşeronlaştırma yasaklansın!
Ölüme karşı tersane işçileriyle dayanışmaya!"
Limter-İş ortak bildirisi.
Aylakça Bir Yazı
*1800’lü yıllarda İngiltere’nin dokuma atölyelerinde 12 saat çalıştırılıyordu çocuklar. Bu ağır çalışma koşulları yüzünden işçi çocuklar arasında ölüm olaylarının görülmesi, o günlerin İngiltere’sinde büyük tartışmalar yaratmıştı. Uzun süren mücadeleler sonucunda, 1848’de çalışma saati ancak 10 saate indirilebilmişti. Ama işverenler, bilim adamlarına hazırlattıkları raporlarla, çocukların fabrikaların sıcak ve temiz moral havası içinde bulunmalarının, dışarıda bulunmalarından daha iyi olacağını, bu sayede aylaklığın getireceği kötü alışkanlıklardan korunacaklarını söyleyerek, çalışma saatindeki indirime şiddetle karşı çıkmışlardı. Hatta bazı çocukların anne-babalarına dilekçe yazdırarak, çocuklar için çalışmanın değil de aylaklığın tehlikeli olduğu yönünde propaganda yapmışlardı. Aslında tüm amaç, daha fazla kâr ve sömürüydü.
Günümüzde 12 saat civarında çalışan insan sayısının azımsanmayacak düzeyde olduğunu biliyoruz. Sendikalar ve diğer siyasi oluşumların yeterince gündemini işgal etmeyen bu konuya, edebiyatçıların ilgisi daha çok ahlaki ve kültürel değer yargılarıyla yüceltilmiş çalışma kavramının sorgulanması yönünde olmuştur. Toplumun sanatçılara yönelik “aylaklar” yakıştırması da, aslında sanatın ve bilimin aylak kalabilme imkanını yakalamış kişilerce yapılabiliyor olmasından dolayı anlamlıdır. Çünkü yıllar süren bir uğraşla roman yazmak ya da sonu gelmeyen bilimsel deneyler yapmak, gerçekten de zorunlu çalışmanın mümkün olduğunca boyunduruğundan kurtulabilmek sayesinde olabilecek şeylerdir. Ece Ayhan’ın kaymakamlıktan istifa edip kendisini bütünüyle şiire vermesinin başka bir anlamı yoktur. Herkes bu cesareti ya da imkanı bulamayabilir. Ama bu imkanın önündeki siyasi ve kültürel engellerin neler olduğu ve ne tür siyasi tercihler yapılırsa, çalışma hayatına yönelik nasıl bir eleştirel düşünce geliştirilse, insanların kendilerine ayıracakları vakit çoğalır diye düşünmekten de vazgeçilmemelidir.
Latin Amerika’da anarko-sendikalist çalışmalar yürüten birisiyle, Türkiye’de gerçekleşen bir sendika kurultayını izlemiştik. Çıkışta bana çok şaşırdığını, konuşmacıların tümünün emeğin ve çalışmanın kutsallığından bahsettiğini, kimsenin çalışma saatlerinin azaltılması yönünde bir talebinin olmadığını söylemişti. Avrupa’da insanlar 19.yy’daki gibi çalışma hakkı için sokaklara dökülmüyordu artık. Günümüzde işsizlik hakkı, çalışma saatinin azaltılması, herkesin eğlenmeye, dinlenmeye hakkı olduğu gerçeği ile politikalar üretilmeye çalışılıyor.
Yani aylaklık istiyor insanlar. Sömürenler daha rahat aylaklık yapsın diye çalışmaktan bıkan bir kuşağın, küreselleşme karşıtı hareketi yarattığı bir zamandayız.
eli poşetliler
Oğuz Atay’ın eli poşetliler diye bahsettiği, zorunlu çalışmanın kıskacında bulunanlar için, bazen tatiller de vardır. Mesela bu yaz mevsiminde çalışanların bir kısmı tatile, daha doğru bir ifadeyle “izin”e çıkmış ya da ayrılmış durumda. Buradaki “izin” kelimesinin traji-komik ağırlığı, hiyerarşi ve zorunluluğun göstergesi olmasından kaynaklanıyor. İzin verildiği için serbest kalan, yıllık iznini memleketinde, evinde ya da bir tatil yöresinde geçirecek olanlar… Bu izine ya da tatile çıkan çalışanların arasında, yarın işe gitmeyecekleri için sevinenler ya da üzülenler olacaktır. Sevinirler, çünkü diledikleri kadar uyuyabilecekler; üzülürler, çünkü işe gideceği saatte yataktan kalkıp o günü işe gitmeden nasıl geçirecekleri kaygısı içlerini ezer. Böyle bir kaygının varlığı, Orhan Kemal’in Murtaza adlı romanında, işine tüm varlığıyla bağlı, görev uğruna çocuğunu bile gözden çıkarabilecek bir bekçi karakterini anımsatır. İşine bu denli bağlı bir insanın izine ayrılması, hatta emekli olması varlığını derinden sarsan, hiçlik duygusunu yaşatan bir olay hâline gelebilir. Bu işe bağlılığın, yapılan işin statüsü, o işe yüklenen anlamlar ve uzun yıllara dayanan alışkanlıklarla açıklanabilir. Bir zamanlar herkesin paşam deyip boyun eğdiği birisinin evinde oturması, sokakta onu kimsenin önemsemeden yanından geçip gitmesi, ne kadar hüzün vericidir. Emekli bir bürokratın, her sabah kalkıp tıraş olduğunu, takım elbisesini giyip işe gider gibi, anılarını anlatmak için kahvehanelerde, sokaklarda insan aradığını görmüş ya da okumuşsunuzdur. Ama subay, bürokrat, polis gibi meslek gruplarından emekli olanların bir statü kaybı hissi yaşadıkları ve başka nasıl yaşanılacağını bilemedikleri için aylaklığı bir trajedi olarak yaşaması yine de anlaşılabilir bir şey. Bir de gerçekten çalışma bağımlısı olan insanlar da var. Yaşlı bir adam görmüştüm, kalaycılık yapan. “Ben çalışmazsam kafayı yerim” demişti. “Neden?” diye sorduğum zaman, “Çocukluğumdan beri buna alışmışım. Aylak aylak oturunca içim daralıyor, kendimi değersiz, işe yaramaz biri gibi görüyorum. Akşam yatağıma yorgun yatmalıyım. Yorgun yatmazsam uyuyamam.” demişti. Alışkanlıkların gücü, tüm iktidarların kullanmaktan zevk aldığı, işlevsel bir güçtür. “Alışmış kudurmuştan beterdir” atasözü, alışkanlığın gücünü gösteren iyi bir örnek. Çocukluktan beri çalışmaya alıştırılan, okulda, evde sürekli olarak çalışmanın erdeminden bahsedilen, dinler ve ideolojiler tarafından aylaklığın ayıp, günah ve suç olduğu işlenen birisinin, tatili sadece çalışmasının bir ödülü olarak değerlendirmesi, aylak ve işsiz olmaktan korkması çok doğaldır. Ama günümüzde tatil ve dolayısıyla turizm, hatta tüketici manada eğlence, ciddi bir sektör hâline geldiğinden beri, eskiye oranla tüketici aylakların çoğalması bir gelişmişlik göstergesi hâline dönüşmüştür. Bu tüketici aylaklar, gazetelerin magazin sayfalarında ve televizyonların magazin programlarında geçmişe oranla daha fazla göz önündedir. Bu gösteriş kışkırtmasının sonucunda insanların çalışma ahlaklarının bozulma endişesi gündeme gelmiş, MİT ve benzeri kurumların uyarısıyla bu tür programların gösterilip gösterilmemesi tartışılır hâle bile gelmişti, hatırlarsanız.
aylaklık yorar
“Çalışmak yorar” prensibi, bazı kişiler için “aylaklık yorar” şeklindedir. Aylaklık yorar mı gerçekten? Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” adlı romanını okuyanlar, aylaklığın ne menem yorucu bir şey olduğunu anlar öncelikle. Bir insanın kendisine tahammül etmesi, bu yoruculuğun sebeplerinden birisidir. İşkence görenler bilir ki, karanlık bir hücreye kapatılıp orada unutulan insanlar için, kendisiyle baş başa kalmak ağır bir işkence hâline dönüşür. Tasavvufçular ya da başka çileci tarikatlar, üyelerini bir mağara, kuyu ve benzeri karanlık bir yere kapatıp kendilerine tahammül edebilme yeteneklerini ölçerler. Bu sınavı geçen birisinin, artık nefsine sahip çıkabileceği, pek çok güçlüğü yenebileceği düşünülür. Çilecilerin bu yöntemi, bir keşişin terbiyesinin en önemli aşamasıdır. Buradan bakınca, yorgun argın eve gelen eli poşetlilerin kendilerini televizyonun karşısına atması, acaba kendilerine tahammülü kolaylaştırmak için midir? Şöyle bir sloganı vardı paralı hizmet veren bir yayın kuruluşunun “…., dünyayı ayağınıza getirir!” Yolculuk yapıp masraf etmenize, çeşitli riskleri göze almanıza, kendinizi belli konularda geliştirmenize hiç gerek yok, dünya zaten ayağınıza geliyor. Siz sadece uzaktan kumandanın düğmelerine basıyorsunuz. Peki ama böyle yaşayan birisi kendisiyle yüzleşecek olsa, çalışma hayatının ve onu kuşatan gizli ya da değil tüm ideolojik baskı mekanizmalarının, kendisini ve yaşamını nasıl karmaşık, amorf ve korkutucu bir hâle soktuğunu görme şansını yakalayabilir mi? Cinsel yaşamından insan ilişkilerine kadar onu mutsuz edecek pek çok şeyle hesaplaşmanın zorluğu, kaçmaya ve saklanmaya alışmış birisi için zordur gerçekten. Bu yüzden, bu tür yüzleşmeler bir psikolog gözetiminde ve çeşitli ilaçlarla etkileşimli olarak uygulanması salık verilir. Aman uyanmasın. Sadece kendini kandıracak bir bahane, vücudunun kimyasını düzenleyecek biraz ilaç ve eski uyumlu yaşamına verimli bir biçimde dönüş.
aylaklar ayaklanır
Eskiden sol gruplarda Freud veya varoluşçu filozoflara ait kitapların okunmasına pek iyi gözle bakılmazdı. Birisi âşık olunca da ona tedirgin biçimde yaklaşılırdı. Acaba bir şeyleri sorgulamaya başlar, davadan uzaklaşıp kendisiyle meşgul olur mu diye. Aylaklığın da benzer bir etkisi var. Aylak bir adamın soru sormaya ve dilediği şeyi düşünmeye, çalışan birisine göre daha fazla vakti vardır her zaman. Bu yüzden hiyerarşik yapıların gözükmeye başladığı zamanlardan bu yana, aylaklardan her zaman korkulmuştur. Korkulmasının haklı sebepleri de vardır üstelik. Russel, “Aylaklığa Övgü” isimli çalışmasında, birçok bilimsel ve sanatsal yeniliğin aylaklar sayesinde gerçekleştiğini, devrimlerin nasıl olacağına kafa yoranların ve çalışanları harekete geçirenlerin yine aylaklar olduğundan bahseder. Marx ya da Bakunin’in düzenli bir işi yoktur örneğin. Bütün zamanlarını okuyarak, yazarak, örgütleyip isyanlar çıkartarak geçiren pek çok tarihsel kişilikten bahsedilebilir. Felsefe ve sanatta büyük gelişmelere neden olmuş Antik Yunan’da da benzer bir durum vardır. Aylaklık, bir ayrıcalıktır ve çalışmak sadece kölelere mahsus bir şeydir. Eğer o ‘site’lerde onca aylak olmasaydı, felsefe ve sanatta bu denli etkili büyük yapıtlar ve şahsiyetler ortaya çıkabilir miydi? Hatta Antik Yunan’ın tanrıları bile mutlak ve mükemmel aylak oluşlarıyla tanımlanır.
Franz Kafka’nın ünlü aforizması “aylaklık bütün kötülüklerin kaynağı, bütün erdemlerin tacıdır” derken, aylaklığın tek bir görünümü olmadığından da bahsetmiş olur. Her koşul, her insanda aynı etkilere neden olmaz. İnsanın kendine tahammül edebilmesinin zorluğu yüzünden, aylak birisi bir keşiş gibi de olabilir, bir suç makinesi gibi de. Onu aylaklığa iten etkenlerin nedenleri ve kendisiyle baş edebilmesinin ahlaki çıkış noktaları bu konuda belirleyicidir. Bakunin gibi kendisini davasına ya da Van Gogh gibi sanatına da adayabilir o kişi, Karındeşen Jack gibi cinayet hayalleri de kurabilir. Dinler ve ideolojilerin insana güvenmeyen ve korku ya da baskı aracılığıyla insanı kontrol altında tutmasının bir yansıması mıdır Karındeşen Jack, diye de düşünebiliriz belki. Çünkü çoğu zaman insanları suça iten etkinin (sözde huzur ve güvenliği sağlamayı kendisine iş edinmiş) baskıcı iktidar mekanizmalarının neden olduğuna dair pek çok bilgi var elimizde. Afrika’da hiç tecavüz olayının yaşanmadığı, hatta dillerinde tecavüz kelimesinin bile bulunmadığı toplulukların varlığı, suça ve suçluya dair pek çok soru uyandırıyor insanın kafasında.
tüketici aylaklar tüketirken tükenir
Bir de tüketim toplumunun yarattığı aylaklar var. Kapitalizmin ve devletin istediği çok verimli bir aylaklık türü. Walter Benjamin’in Pasajlar adlı yapıtında flaneur olarak bahsettiği, modern zamanın aylak kişisinin tam tersi bir tiplemedir tüketim toplumunun aylak kişisi. Flaneur, bir şey almak için çıkmaz sokağa, ama bir tüketici aylak sadece bir şey almak için sokağa çıkar. Flaneur, yürüyerek gider her yere ve her şeyi izler, düşünür, araştırır. Tüketici aylak ise, kira ya da faiz gibi bir gelirin olanaklarına göre yaşayan, hangi markayı tercih edeceği ya da vaktini hangi eğlenceli şey için harcayacağını hesaplamak dışında bir şey düşünmeyi gereksiz bulan biridir. Etrafı ‘şey’lerle çevrilidir ve o ‘şey’lere göre yaşayarak şeyleşmenin güzergahındadır. Bir flaneur olmak, yalnızlığı kabullenmek ve kalabalık içindeki bu yalnızlığın melankolisini, kendisine ve hayata katlanarak kabullenmek zorunda kalırken, tüketici aylak her zaman için kendisini unutturacak tüketim araçlarının güdümünde kalır ve hep neşeli olmanın yollarını arar. Kendisiyle uğraşması kilolarıyla uğraşmanın ötesine pek geçmez. Tüketici aylakların tüketim çılgınlığını karşılamak için çalışan kesimin daha fazla üretim yapması, yani daha fazla çalışması gerekir.
Flaneur tiplemesinden farklı bir aylaklık türü olarak, Gonçarov’un bir roman kahramanı olan Oblomov tiplemesi de önemlidir. Flaneur, tamamen rastlantıyla eylemliliğini şekillendiren bir aylak iken, Oblomov’un sürekli plan yapan ama eylemsiz kalan bir yapısı vardır örneğin. Oblomov, bezgin, sıkıntılı, boşvermiş bir görüntü çizer. Onun için her şey vakit geçirmeye yarayan bir oyundur. Ama bu alaycı aylak Oblomov, sahip olduğu edilgin duruşuyla toplumun yaptırımlarına yönelik bir karşı koyuşu da geliştirir. Mesela işe girmek onun için vücudunu birçok parçaya ayırmak anlamına gelir. Ama tembelliğin olanaklarından da zevkle yararlanamaz. Tembelliğin huzurunu yaşayamaması, onu hep sıkıntılı bir noktaya sürükler. Bu sıkıntıdan kurtulmak için hayal dünyasına sığınan Oblomov, orada da istediği huzuru bulamaz, çünkü içinde ortaya çıkmaya çalışan bazı arzular vardır ve o hep o arzuların ortaya çıkacağı ânı bekler ve bunun için çeşitli tasarılar geliştirir. Adeta bir döngüdür bu Oblomov için. Flaneur içinse hareket düşünceden önce gelir. Bir yere ait değildir ve o an gördüğü şeylere yakınlığı ve uzaklığı ile kendisini konumlandırır. Oblomov gibi kaderci de değildir Flaneur. Kendisine yaşamak için bir amaç da aramaz Oblomov gibi. O sadece karşısına çıkanı yaşar, ama yaşadığı ile de yetinmeyip aramaya devam eder. Bu arayış işte sürükler onu pasajlardan pasajlara, sokaklardan sokaklara...
yolunacak ottan çok ne var
Aylaklığın bu çoklu görünümü, yaşadığı çağa, kültüre, en önemlisi tercihlere bağlı bir görüntü çizer. Ama tüketici aylaklık dışındaki tüm diğer aylaklık türlerinden korkar iktidarlar. Her anne baba, çocuğunun aylak olması ihtimalinden çekinir. Eğer çocuğu aylak olursa, hayalci ve toplum dışı bir hayat sürmek zorunda kalıp pek çok belayı üzerine çeker, kendisine bir şey yapar, hiç olmadı delirir diye korkar ebeveynler. Aman çocuğumuz aylak olmasın da ne olursa olsun diye düşünürler. Okumuyorsa hemen bir ustanın yanına verilip işe sokulur. Bu düşüncenin kökü, tüm iktidarların ortak bir aylaklık anlayışında yatar. Askerlik yapanlar bilir ki, komutanlar boşta gezen asker görmekten nefret ederler. Askerleri boş bırakmamak için sürekli olarak işler icat edilir. Mesela bir bölük askere ot yolma işi verildiğini görmüştüm. Sabahtan akşama kadar kocaman bir alanın otunu yolmuştu askerler. Bunun neden yapıldığı ortadaydı. Nöbetçi subay, birliğinde olay çıksın istemiyordu. Eğer böyle bir iş vermezse, askerlerin birbirleriyle kavga etmesi, intihara yönelmesi, birlikten kaçabilmesi, içki içmek gibi düzeni bozacak eğlencelere yönelmesi güçlü bir ihtimaldi. Cezaevlerinde bulunan siyasi tutuklular da bağlı oldukları örgütün günlük programına göre yaşar ve aylaklığın etkilerinden bu şekilde korunmuş olur. Aylaklığın bir militanı örgütten uzaklaştırması her zaman için bir ihtimaldir. Halbuki bir mahkumun ya da savaşmayan bir askerin ne çok vakti vardır diye düşünür pek çok kişi.
aylaklar ocağı üniversiteler
İktidarın olduğu her yerde, boş vaktin kontrolü temel bir mesele olmuştur çağlar boyu. Hatta lise, üniversite gibi eğitim-öğretim kurumları bile, milyonlarca genci oyalama işlevi de görür, diğer işlevlerinin yanı sıra. Üniversitelerin en çok devletin işine yaradığı, milyonlarca gencin yıllarını bu şekilde harcayarak, hem onları aylaklığın tehlikelerinden koruyup hem de öğrenci olduğu için daha iyi yaşama isteklerinin ertelenmesi ile devletin büyük bir stresten kurtulduğu bir gerçektir. Eğer bu çocuklar üniversiteye gitmese, kendisini bu şekilde oyalamasa devletten, ailesinden, toplumdan bir sürü şey isteyecek ve sahip olamadığı zaman da maraza çıkartacaktı. Ama şimdi öğrenci evi ya da yurtlarda, bir parça ekmek ve hırkayla, yaşama sırasının bir gün kendisine geleceğini düşünerek beklemektedir gençler, yaşamlarının en güzel çağlarında. Yine de büyük bir aylaklar ordusunu içinde barındıran üniversitelerin, her zaman istenildiği gibi sükûnet içinde olmadığı, pek çok toplumsal kalkışmanın yine bu aylaklık bölgelerinden filizlendiği de bir gerçek. Evet, tüm ayaklanmalar önce aylaklar arasında başlar. İşçilerin zorunlu çalışmadan kaynaklanan zincirleri varken, aylakların bu zincirleri de yoktur ve bu yüzden kaybedecekleri şeyleri daha azdır. Zorunlu çalışmanın baskısı, hiyerarşisi, tekdüzeleştirmesinin aylaklara yeterine ulaşamaması, ciddi bir sıkıntı kaynağıdır. Bunu gören 12 Eylül generallerinin YÖK’ü icat edip, üniversiteleri merkezi ve hiyerarşik bir yapı ve emir-komuta zincirine bağlayarak, öğrencilerin ders yükünü arttırıp her kampüsü kışlaya çevirecek önlemleri alarak bu aylak gençlerin kendilerini aylak hissetmelerinin önü kesilmeye çalışılmıştır. 12 Eylül’den sonra üniversitelerin toplum yaşamındaki etkisini yitirmesinin nedeni de bu uygulamalar olmuştur. Zorunlu çalışma, tüm iktidarların halkı oyalamak için kullanmaktan vazgeçemeyeceği güçlü bir aygıttır. Özgürleşme, zorunlu çalışmanın azalıp çoğalmasıyla ters orantılı olarak artan ya da azalan bir şeydir.
ayaklanmalar aylaklık içindir
Üniversitede devrimcilik yapan bir grup genç, bir gün bir karar alırlar: “İşçileri böyle uzaktan aydınlatamayız. Hepimiz gidip bir fabrikada işçi olacağız ve onlarla birlikte yaşayıp devrimi onların arasında örgütleyeceğiz”. Bu aylak gençler, ertesi gün okuldaki kayıtlarını dondurup fabrikaya yazılırlar. İlk günlerdeki sohbetleri ve izlenimleri çok keyiflidir. Kendilerini huzurlu ve mutlu hissederler, bir işe yaradıklarını düşünürler. İşçiliği, emeği çok yücelttikleri için, hareketlerinde ve konuşmalarında bir olgunluk, yetişkinlik göze çarpar. Onlar, aylaklıktan devrimci işçiliğe, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan insanlara dönüşmüşlerdir. Her sabah erkenden kalkıp (okula giderlerken hep geç kalırlardı) fabrikanın yolunu tutuyor, akşamları da yorgun argın evlerine dönüyorlardı. Birkaç hafta sonra, gittikçe çökkün bir ifade belirmişti yüzlerinde. İşçileri istedikleri gibi örgütleyemediklerinden de şikayet ediyorlardı. Çünkü işçiler onların ellerine, davranışlarına ve konuşmalarına bakıp kendilerinden görmüyor, onları aydınlatmaya gelen bu gençlerle dalga geçiyorlardı. Acı bir tecrübeydi bu yaşadıkları. Bir kısmı fabrikadan ayrılıp okuluna döndü. Diğerleri inatla fabrikada çalışmayı sürdürdü. Zamanla işçilerin güvenini kazanacaklarını, kendilerini kabul ettireceklerini düşünüyorlardı. Ancak bir yıl sürdü bu büyük maceraları. Bir yıl sonra herkes fabrikadan ayrılıp ya okuluna döndü ya da daha paralı bir iş buldu. Bir yıllık bu çaba sonucunda, işçilerin devrimci bir misyonu olmasının nedeninin çalışan sınıf olmasından ileri gelmediğini, çalışmanın insanı tekdüzeleştiren, şey’leştiren, arzuları öldüren bir yanı olduğunu görmüşlerdi. Kendi iç ve dış dünyalarındaki değişimi de yaşamışlardı bu süre içerisinde. İşçilerin ayaklanmalarda yer almaları, çalışan sınıf olmalarından çok ezilen sınıf olmalarından kaynaklanıyordu. Ve ayaklanma eğer aylaklık için değilse, hiçbir şey için değildir.
Hayatta kalmak, çalışmanın ilk çıkış noktası olmuştur. Çünkü insanların zorunlu çalışmasının birinci koşulu hayatta kalacak imkanları yaratmak üzerinedir. Gıda, barınma gibi temel ihtiyaçlar çalışmaksızın karşılanamaz. Breton, ilk ve tek romanı Nadja’da bu isyanı dile getirir ve insanın çalışmaya mahkum olmasının trajedisi ve nedenleri üzerine kafa yorar. İnsanlığın zorunlu çalışmanın döngüsünden kurtulamadığı sürece, kölelikten de kurtulamayacağını haykırır. Ne yapıp edip insan bu zorunluluktan sıyrılmalı ve siyaset yapma amacını bu yönde kullanmalıdır. İnsanlar avcı-toplayıcı olarak yaşarken de çalışıyordu ama bu çalışma, ihtiyaçların giderilmesi ile sona eren bir uğraştı. Bugün ihtiyaçların karmaşıklaşması ile birlikte, çalışmanın yükü ve zamanı insanlar arasında eşitsiz bir biçimde, hiyerarşik yapının kademeleri ve tüketim nesnelerinin cazibesine göre belirlenen bir şeye dönüşmüştür. Hep daha fazla çalışmanın ülke ekonomisini kalkındıracağı, refahın artacağı, o refaha ulaşınca daha az çalışmanın mümkün olacağı söyleniyor. Ama kapitalist anlamda ekonomi büyüdükçe, o büyüklüğü korumak ya da arttırmak için daha fazla çalışmanın istendiği de bir gerçek. Bir makalede ABD’de çalışma saatinin Avrupa’dan yüksek olduğu ve bu yüzden Avrupa ülkelerinin ABD’nin gerisinde kaldığı anlatılıyordu uzun uzun. Yani ekonomik büyümenin ve daha fazla çalışmanın sonu yok. Bu arada bir sürü insanın çalışma hayatının çarkları arasında sönüp gittiğini, dans etmek, sevişmek, uyumak, güzel yemeklerin tadına bakmak gibi şeylerden uzak ya da sınırlı bir biçimde faydalandığını düşünmek ve tüm bu olumsuzlukların kapitalizmin çalışma ahlakının sonucu olduğunu bilmek, küreselleşme karşıtı hareketin daha az çalışmayı istemesinin nedenlerini anlamaya götürüyor bizi.
avunmamak hür insan olmanın koşuludur
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı (romanda aylak adamın adı yoktur ve yazar ondan “C.” olarak bahseder, Kafka’nın Bay K.’sı gibi) işte bu yüzden karşıdır çalışmaya. Babasının ona tavsiye ettiği “iş avutur” anlayışına karşı çıkan bir hayat sürer. Birörnek işlerin yapılması onu boğar adeta. Herkesin birlikte çalışırken birbirini taklide yöneldiğini, aynı şekilde çekiç sallayıp aynı şekilde korna çaldığını görerek, bu tekrar ve taklitlerin insanların yeniliğe kapalı, alışkanlıklarla örülü bir hayatın huzur dolu kucağına düşmesine neden olduğuna inanır Aylak Adam. Ama aylaklığın bu yüzden, bu tür alışkanlıklardan muaf olmasından dolayı, çalışmaktan daha yorucu ve zor olduğunu da söylemeden edemez. Spinozacı anlamda hür insan olmak, kolay bir şey değildir zaten. Hür insan olmanın, öncelikle kendi sorumluluğunu taşımak gibi bir vazifesi vardır. Bu sorumluluğun ağırlığına dair Arno Gruen’in tespitleri, iktidar ilişkilerinin kendi sorumluluğunu taşımak istemeyen insanlar sayesinde doğduğunu ortaya koyar. Spinoza ve Gruen’in hür insan yaklaşımı, aylaklığın zorluklarıyla ilişkili bir şeydir. Aylak, kendisini avutacak bir iş, özgürlüğünü feda edeceği bir huzur, sorumluluğunu yıkacağı bir kurum aramaz. Aylaklık üzerine kafa yoran tüm düşünürler ve yazarlar da, bunun kişisel bir şey olmadığını, siyasi ve toplumsal bir mesele olduğunun da farkındadırlar. Bu farkındalık, Deleuze’ün kişisel olan siyasaldır tespitiyle de ilişkilidir. Hür insan, kendi sorumluluğunu üstlenerek siyasi bir duruş sergiler ve bu duruş onu başka hür insanlarla ve duruşlarla ilişkilendirerek sorumluluğunu genişletir. Jorge Parrondo, yarattığı Roque Waterfall karakteriyle, neo-liberalizmin ilkeleriyle dalga geçerek, aylaklığın nasıl siyasi bir karşı duruş olduğunu mizahi bir biçimde dile getirirken de bu gerçeklikten yola çıkar.
Kapitalizmin dayattığı “gösterişçi” ya da “tüketici” diyebileceğimiz aylaklık türüne karşı, hür insan olma azmindeki aylakçılığın erdemi, Kafka’nın tüm kötülüklerin kaynağı olarak gördüğü aylaklıkla tüm erdemlerin tacı olarak gördüğü aylaklığın karşı karşıya gelmesi gibidir. Biri insanı köleliğe, diğeri özgürlüğe götürür.
Minimum çalış! Maksimum eğlen!
Bülent Usta
Varlık, Temmuz 2006
Game 4
aslinda bu bosluk yerinde bi resim olmasi gerekmiyor muydu, evet gerekiyordu Boston Celtics - Los Angeles Lakers serisinin 4. macinin kolaj fotografi olacakti ama olamadi blogger artik limiti astigimdan mi yoksa bana kisisel bi gicigi oldugundan mi bilmem resim yüklememe izin vermiyor..
if (blog.user.equals("Nowyouhavegotsomethingtodiefor")) then stop him;
seklinde bir sorgu calistirdigini düsünüyorum, ama tüm bu zorluklara boyun egmeyerek yazimi da kendi fontumda wordde formatlayarak koyacagim resimleri tasvir etme yoluna gidiyorum. ( Aslinda boyle bir seye karar vermemistim ama lafi buraya kadar getirip de geri durmak olmaz diye düsünerek gaza geldim sanırım. )
Oncelikle arka plani anlatmakla baslayayim;
Arka planda lakersli basketbolcularin mola sirasinda toplasip “nereye bakiyor bu adamlar” modunda ortada bir yere baktiklari fotoyu koymayi uygun gördüm, aslinda benden ziyade program öyle uygun gördü ben de üstüne gitmedim demek daha doğru olur. Öndeki fotograf yigininda ise neler, kimler yok ki.. of of of.. rajon rondo’nun yarim kafasindan tut, kobe bryant’in artistik hareketlerine ordan kevin garnett’e, ordan paul pierce’in acik agzina ve dahasi lamar odom’a kadar gel. nasil o kadar da abarttıgım gibi degilmiş di mi ? bütün fotograflar bu kesmekeste birbirinin onune gecebilme cabasinda, birbirlerinin agızlarını, gozlerini kapatmaklar mesgul.. hayat bu mu kobe, one cikmak icin kucuk emrah'i ezmek mi ?
p.s: yeni fontum nasi olmus pek guzel degil mi? Ama bunun da bir bedeli olmaliydi, kimi türkce karakterleri kullanamamak gibi mesela, netekim oldu da. Gecmis olsun.
p.s 2: hayal kırıklığı. türkçe karakter kullanmamdan da anlaşılacağı gibi, - ç ulan ç al sana - ki daha anlayamadıysan yazık sana, font uğraşlarım boşa gitti, başka bir bahara umuyorum ki..
sana yenilmeyeceğim google..
bloga barışarock ve yahudiler şeklinde bir arama ile ulaşan kişi gözüme çarptı ve kendisi bana siyasi tarih hocamı hatırlattı, kendisi herşeyin altında israil'in olduğunu düşünenlerdendir.. sonrasında aklıma barışarock festivalinin düzenlenmesinin altında soros'un olma ihtimalini geldi, enteresan olmaz mıydı ukrayna'daki turuncu devrimin türkiye kopyasının metallica, iron maiden, opeth tişörtlü gençler tarafından yapılması, sonrasında mahsun, izzet, alişan, özcan dörtlüsünün yurtdışına sığınma süreci..
düzen bizi devrimden korusun !
izlandalı depresif gençler, sigur ros yeni albümleri Með suð í eyrum við spilum endalaust nam ı diğer with a buzz in our ears we play endlessly 'i çıkarmışlar.. belki resmi olarak çıkarmamışlardır ama internet ortamına düşmüş en azından, gazete bayiinizden istemeyi unutmayın, 23 haziran pazartesi günü hürriyet ile bedava. grubun beşinci albümlerinde sonunda ingilizce sözlü bir şarkı var ki bu da en azından ingilizcemi geliştirmeme yardımcı olabilir.
albümün kapağından da burnuma natüralizm kokusu geliyor ya da başka bir şey mi bu kokan kestiremedim, anlamsız dinlemeler.
korkuyorum anne, türkler geliyor!
kar kan kırılma çanakkale'nin oralarda şimdi
yenice yenilmek midir,
gözlerimin kışında!
insan bir geyik edasıyla
dönüp dönüp de kaçınca bakar ki ömrünün romanına--
sahi, a4'te kaç sayfa ki bir insan ömrü,
pelikülde okumuş bir roman mıydı mayıs sıkıntısı!
-gelsem sen yine orda mısın.
o, türkülerde geçen yolları bükülüp giden yenice neresi ki!
Hüseyin Alemdar