"Hakikatte iki Nuran vardı: Biri kendisinden uzakta olandı ki, her attığı adımda
maddi hüviyeti biraz daha değişir, arzunun, hasretin kimyasıyla ruha ait bir
varlık olur ve dokunduğu her şeye kendisinden bir yığın şeyler kata kata, bütün
uzaklıkları, geçtiği her yeri yaşanan hayatın üstünde bir alem yapar ve kendi
akislerinden başka bir şey olamayan bu alemin ortasında yine kendisi olarak
yaşardı.
İşte Kandilli'deki ev, bu mucizenin en fazla değiştirdiği sofasının, aralarına
çıtalar konmuş tahtalarına bile mücerret bir hakikat gibi Nuran'ın sindiği bu
alemlerin en değişiği, en harikalısıydı. Ve bu değiştirici füsun, oradan başlayarak
kademe kademe bütün hayata yayılırdı.
Bir de yanı başında olan Nuran vardı. Bütün bu hayalleri, kendi maddi varlığıyla
çocukça bir şey yapan, uzaktan telkin ettiklerini bir kalemde silen genç kadın.
O, kapıdan içeriye girer girmez veya beklenilen yerde, mesela bir iskelede veya
herhangi bir sokağın ucunda görünür görünmez, Mümtaz'ın muhayyilesi birdenbire
dururdu.
Mümtaz, çok defa onun uzaktan gelişinin kendisinde bıraktığı hissi tahlile çalıştı.
Ve neticede bunun bir nevi zihni kamaşma olduğuna karar verdi. Sanki o, yolun
başında görünür görünmez, her şey silinirdi. Bütün endişeler görünmez olur, helecanlar
diner, sevinç bile eski parlaklığını kaybederdi. Çünkü yakındaki Nuran, varlığından
taşan büyüyü yalnız bir tek şey, bir tek insanda kullanırdı; alıp avuçları içinde
aydınlık bir hamur haline getirdiği Mümtaz'da.
Daha evvelki münasebetlerinde kadına karşı daima yukarıdan, adeta şüpheyle
bakan, kendi coşkunluklarını gülünç bulan, hatta en keskin zevkin arasında bile
insanda hayvanın bu azışını, kafasında uyanık duran bir tarafıyla, kendi kurduğu
bir makinenin işleyişini seyreder gibi adım adım takip eden, kadın vücudunda
göze ait olanlardan gayrisini saf bir zevk olarak almayan genç adam, Nuran'la
karşılaşınca basit realite şuurunu bile kaybederdi."