Novembre-the blue

  • 1




novembre'nin bu sene yayımlanan the blue isimli albümünden bahsetmek istedim netekim şu sınavların çullandığı günlerde tam anlamıyla kaçış kapısı oldu benim için.grup zaten benim için progressive death metal'in opeth ile birlikte en iyi iki temsilcisi konumundaydı ki şu son iki albümleriyle yerlerini hem sağlamlaştırıp hem de ilk çıktığı zamanlardaki opeth benzeri grup ünvanını tamamen sildiler.
biraz da albüm özelinde birşeyler söylemek gerekirse gerek brutal vokalleri gerek clean vokalleri çok güzel kullanılmış,hiç bir şeyi abartmadan mükemmel bir albüm yapmış italyan grup.Zaten her albümlerinde olduğu gibi melodik öğeler de ön planda.özellikle favori şarkım ise albümün 2. şarkısı tristeitaliana.

ne kadar da boktan olmuş yav söylediklerim şimdi bi okudum da hatta bokuma benzemiş("alıntı fırat") demek ki insanın yazdıkları bokuna benziyormuş en azından benim öyle gidiyor..

BarışaRock '06 by İlhan Özgen

An Enquiry Considering BarışaRock/Karşı Festival

“Hippies.They’re everywhere. They wanna save the earth, but all they do is smoke pot and smell bad.”
Eric Cartman

Yanımda işeyen adamın kolu omzuma değdi, tiksindim. Yüzümü çevirmeden ona baktım. Burdaki klonlardan bir tanesi. Siyah bir tişört, yeşil pantolon. Daha da tiksindim. Pisuvarların boruları söküldüğü için, işerken çişimin bacağıma sıçradığını hissediyordum. Hissederken, bacağıma sıçrayanın kendi çişim olduğunu umut ettim bir an. Bunun imkansızlığından ürperdim. Midem bulandı. Bulantı.

Oysa ki İstanbul/Konstantinopel’e sabah gelirken, uykusuzluk ve deprem korkusu ruhumuzu ele geçirmeden önce, Dünya’nın bize açtığı evde biraz uyuyabilmiştik. Mutluyumsuyduk. Eğlenmeye geldiğimizi sanmıştık. Heyecanlıydık. İlk gün heyecanı.
BarışaRock’a, Sarıyer’deki ironik “Mehmet Akif Ersoy Piknik Alanı”na, akşam gidecektik. Altay, çok kalabalık olacağını söyledi. Herkes sustu.
Bindiğimiz otobüs çok kalabalıktı. Marjinal insanlar, punkçular, ‘goddamn’ hippiler ve alternatör gençlikle dolup taşan otobüse çantalarımızı koyup beklemeye başladık.

Ve işte şimdi de İzmir’den bacağıma işemek için İstanbul’a, BarışaRock’a, karşı festivale gelmiştim. Çadırı kurmuştuk. Yattık. Karşımızda toplanan ÖDP’li Birlikte Yaşamı Savunalım İnsiyatifi şemsiyesi altındaki kalabalık bize:
“Umut – Yürek – İsyan – Filistin’e bin selam!” diye ninni söyledi.
Hemen yanımızdaki çadırdan da Fenerbahçe karşıtı tezahuratlar atıldı. Bir vakit sonra kendimden geçerek uyumuşum. Saat daha 23:32 idi.

Öbür gün erken kalktım. Altay ve Dünya uyuyordu. Bacağıma işemeye gittim. Sonra dışarda bekledim onları. Her tarafımız çadırdı, rengarenkti. Dün, “Burası Rock’n Coke’u siker atar.” yorumunu yapan Altay haklı çıkmıştı. En az on bin kişi vardı. Resmi olmayan bir açıklamaya göre “en az 3000 çadır” kurulmuş. Sonra Dünya kalktı. Sonra Altay kalktı. Sonra da kahvaltı yapıp ilk grubu dinlemeye gittik. The Blow Ups.

The Blow Ups. Çok kötü. Bunu tartışmaya bile gerek yok. “Sk8er Boi’u çalsalar daha iyi.” diyen Dünya’ya katılıyorum. Güneşin altında daha ikinci şarkıda kendinden geçerek pogo yapmaya başlayan alternatör gençliğe tiksintiyle baktık. Güneşin altında. Güneş. Hava çok sıcaktı. Güneş çok sıcaktı. İkisi de büyük bir sorundu. Biz bu soruna bir çözüm bulamadık ve konser alanını terk ettik. Uzaklardan dinledik konserin geri kalanını.

Terleyip hijene kavuşamamanın ne olduğunu anladığımız vakitlerde, Altay’ın arkadaşı, güzel insan Gökçe’yle buluştuk. Gizli reklam: Gökçe’nin Anadolu Rock’ı anlatan belgeseli çıkmak üzere. Son albümü ‘Karşıya nasıl geçebilirim?’ seçkin müzik marketlerinde.

Grupları dinlemeye başladık.

Günün başarılı grupları: Moğollar, Mor ve Ötesi, Zardan Adam
Günün kaybedenleri: Çamur, Deli

Bir vakit, Moğollar’dan sonra, güneş batmış ve her tarafı ferahlatan bir serinlik almıştı, ajan provokatör Mehmet Ali Alabora sahneye çıkıp insanları eyleme davet etti. Memoli’ye Dünya’yla birlikte kıçımızla güldük. Buraya gelen bu lümpen proleteryaya devrimcilik aşılamaya çalışan burjuva sosyalistini izledik. Sonra Mor ve Ötesi çıktı. Altay’ın başı ağrımaya başladı. Mor ve Ötesi’nin yarısında konser alanını terk etti. Terk-i mücadele kıldı. Çadıra gitti, uyudu.

İlk gün, yani 26 Ağustos 2006, böyle geçti. DİSK, Cahit Berkay’a plak verdi, onu alkışladık. Ölüler altın takar mı? Keşke taksalar mı, Altay?

İkinci gün.

“Sevdiğim sağlam gruplar sahne aldığı ve savaş karşıtı olduğum için buradayım. İki senedir geliyorum, İstanbul’da yaşıyorum. Abaza olan düşüncesiz gençliğin arasında işim olmaz, bu Abaza kitle Coca Cola’nın hizmet ettiği bayrağın gölgesinde ve bunun farkında dahi değiller, tam da bu nedenle Rock’n Coke’a karşıyım. Kıssadan hisse oradaki erkeklerin tek amacı seks!” – G. Eryılmaz

Bize dağıtılan küçük bir el ilanının orta sayfası. Bu tarz faşist söylemlerin BarışaRock’a yarardan çok zarar getirdiğine inanıyorum. İlk önce, düşüncesiz bir şekilde, o anlamda olmasa da bir ırk ismi olan Abaza’nın kullanılması, sonra da bir genelleme yapılması beni çok rahatsız etti. Kendini Rock’n Coke’a giden “Abaza kitle”den üstün gören Eryılmaz, işbu kitlenin, Rock’n Coke ile aynı tarihe denk gelmediği için BarışaRock’a geldiğini görememiş belli ki. Ayrıca Rock’n Coke’u doğrudan eleştiren bir cümle de yok. Tıpkı yahudi insanın zararlarına bilimsel bir açıdan yaklaşamayan komik bıyıklı adamın yahudilerin pis kokmalarından, kirli oluşlarından bahsettiği gibi, festivale doğrudan bir saldırı yok. BarışaRock’ın solcu kesime hitap ettiğine inanıyorum ama oradaki insanların bilinçli solcu olduklarına inanmıyorum. Altay da inanamaz, Dünya da. Görkem de. Gökçe de… Diğer insanların söylevlerinde de benzer faşist yaklaşımlara rastlamak mümkün:

“… Rock’n Coke’a gidenlerden nefret ediyorum.” – C. Keskin

İkinci gün yine ilk kalkan ben oldum. Dünya’nın bir arkadaşı olan Görkem gelmiş, üç kişilik çadırda dört kişi uyumuştuk. Sonra Altay’ı kaldırdım. Pinhani izlemeye gittik. Pinhani bir saat gecikti.

Günün başarılı grupları: Kara Kedi, Catafalque, Yaşar Kurt
Günün kaybedenleri: Pinhani, Anima

Anima’da çadırımızı topladık. Siktirip gittik Mehmet Akif Ersoy Piknik Alanı’ndan.

Artık siyah tişört, yeşil pantolon ve converse ayakkabılardan oluşan o dev orduyu görmek istemiyordum bile. Açılan standlara son bir defa baktım, kapıdan çıkarken: Dev-Lis, Anarşist Blok, Uluslar Arası Af Örgütü, Troçkistler…

BarışaRock – Günce:

“Standlarla konuştuk…
(…)
Çevrenin tahribatına karşılar, daha çok nefes”

Sözde çevrenin tahribatına karşı olan “white trash” gençlik, ormanlık alanın her metrekaresini işgal edip içine sıçtı. İkinci gün, her taraf pet şişe, plastik tabak ve bira şişeleriyle doluydu.

· “Birarada yaşamak istiyorlar.”

Altay’ın da katıldığı gibi; ÖDP, BarışaRock’ı ele geçirmiş.

Belki son iki günde çok yorulduk, devrimin BarışaRock’la gelemeyeceğini gördük ama, gene de mutluyum. Zor olanı başardık. Çadırda güç durumlarla karşılaştık. Ama ölmedik ve güçlendik. Onun için, şu an, medeniyetten satırları yazarken, mutluyum. BarışaRock, siyasi açıdan kaybetmiş olsa da, müzikal açıdan – ki bu açıdan değerlendirilmesi gerekir – kazanan oldu. Müzik, iddia edildiğinin aksine devrim yapamaz. Müzik, popüler kültürdür, çok kişiye ulaşır ama yeni bir dünya yaratamaz. Devrim, old school’dur. Müzik, müziktir. Güzeldir ama bir işe yaramaz. İşlevi olamaz. İşlevi olursa kendine ihanet eder.

BarışaRock’ı, musiki yönüyle çok başarılı buldum. Onu, popüler kültürün bir ürünü olarak sayarsak:

“Ctesi 50.000 kardeş” – BarışaRock – Günce

alıntısı, festivalin Rock’n Coke’a ciddi bir rakip olduğunu anlatır. Bundan ötesi olduğunu da iddia etmesin.

Sert kalsın!

Helvetica

  • 0




Helvetica üzerine bir yazıyı PC bilgisayarda, onun taklidi olan Ariel'le ya da başka bir fontla yazmak zorunda kalmak, onu daha sonra gazete sayfalarını hazırlarken Helvetica'ya dönüştürmek enteresan. Çünkü neredeyse bütün bilgisaylarda kullanılan Microsoft işletim sisteminde Helvetica karakteri yok. Ama kadere bakın ki 1993'te Helvetica'ya karşı Ariel'i geliştiren Microsoft'un logosu da Helvetica.
1957 yılında Max Miedinger tarafından İsviçre'deki Haas dökümhanesinde dizayn edilen Helvetica, bu yıl 50 yaşına bastı. Uzmanlar tarafından son 500 yılın en iyi fontu seçilen Helvetica okunaklı, zarif, yalın, açık ve net, kullanışlı bir yazı fontu olmanın çok ötesinde anlamlar içeriyor. Grafik tasarımcıların, reklamcıların en çok kullandığı yazı karakteri olduğu için kimileri Kapitalizmin simgesi olarak görüyor, kimileri de ondaki düzeni Sosyalist sisteme benzetiyor. Kesin olan şu ki afiş, logo, poster, tabela... Helvetica her yerde. Etrafınıza şöyle bir alıcı gözle bakın, her yerde onu göreceksiniz. 3M, Agfa, American Airlines, BMW, Lufthansa, Fendi, Microsoft, Mitsubishi Electric, Muji, Nestle, Panasonic, Saab, Samsung, Texaco gibi binlerce küresel markanın logosu Helvetica. Hatta 'Helvetica Ariel'e Karşı' diye bir internet oyunu bile var...
50'nci yılında Helvetica'nın bir de belgeseli oldu. İstanbul Film Festivali'nin programında yer alan belgeselin yönetmeni Amerikalı Gary Huswit de İstanbul'a geldi ve festivalin tanıtım kampanyasını yürüten HEP İletişim tarafından 2 Nisan'da Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampüsü'nde düzenlenen söyleşiye katıldı. Grafik tasarımcı Esen Karol'un da katıldığı etkinlikte sunulan, Bülent Erkmen'in hazırladığı '12 Siyasi Parti 1 Helvetica' başlıklı dia gösterisi de Helvetica'nın nasıl hayatımızın içinde olduğunun göstergesiydi. 1999 seçimlerinde 18 siyasi partiden 12'si parti politikaları taban tabana zıt olsa da reklam kampanyalarında Helvetica ortak paydasında birleşmişlerdi. Sonuçta sandıktan DSP, ANAP, MHP koalisyonu çıktı ama kazanan Helvetica olmuştu.
Gary Huswit'le bir söyleşi gerçekleştiren Esen Karol'un "Kendi adıma Kurt Cobain'in, Helvetica'nın önlenemez yükselişi nedeniyle intihar ettiğini düşünüyorum" tespiti oldukça manidardı. Daha önce müzik üzerine birkaç belgesele yapımcı olarak imza atan yönetmen Huswit, amatör de olsa grafik tasarımcılığı yapmış: "86'da bir MAC aldım. Grafik tasarımını kendi kendime öğrendim. Hiçbir zaman profesyonel olmadım. Hazırladığımız kitaplar için tasarım yapıyordum. Böyle olunca fontlarla yakın ilginiz oluyor. 90'larda Helvetica'yı epey kullandım ama hiçbir zaman en sevdiğim font olmadı.
Ama bir afiş tasarlayın deseniz herhalde yine Helvetica kullanırdım."
Huswit, yazı karakterleriyle ilgili bir belgesel yapmaya karar verdiğinde iki yıl sonra Helvetica'nın 50. yılı olduğunu öğrendi. Araştırmaya başlayınca da her yerde Helvetica'yla karşılaştığını fark etti. Bilgi'deki söyleşi sırasında içtiği suyun şişesindeki logonun da Helvetica'yla yazıldığını fark ettiği gibi... Yaptığı her işte bir şekilde grafik tasarımın alanına girdiğini belirten Huswit, "Araştırdım ve yazı karakterleri, grafik tasarımı üzerine bugüne kadar yapılmış bir filme rastlamadım. Bu beni çok şaşırttı. Çok enteresandır. Reklamcılar kendilerini anlatmayı sevmiyor galiba. Ben böyle bir film izlemek istiyordum ve izlemek istediğim filmi de yaptığımı düşünüyorum. Belgeselde Helvetica savunuculuğu yapmadım. Duymak istediğim farklı bakış açılarını duydum" diyor.

Huswit'ın belgeseli Helvetica üzerinden aslında tipografi, grafik tasarım ve görsel kültürün son 50 yılını anlatıyor. Helvetica tarihi boyunca tasarımcıların en çok tercih ettiği karakter olsa da kimileri aynılık ve sınırlılık duygusu nedeniyle ondan sıkıldı. 1980'lerde postmodern dönemde ise her şey gibi yazı fontları da deformasyona uğradı, ardından grunge tipografisi geldi. Ama hiçbiri Helvetica'nın egemenliğini sona erdiremedi. Tasarımcılara göre, zamanla 69 farklı versiyonu geliştirilen Helvetica, 2000'lerin dijital kültürü için son derece uygun bir yazı karakteri.
Belgesele görüşleriyle katılan grafik tasarımın ünlü isimlerine göre Helvetica'nın özelliği, bir süre sonra kendini kaybettirmesi. Bir tasarımcı "Anlam kelimenin kendisinde olmalı yazı karakterinde değil. Bu yüzden Helvetica'yı seçtik. Bir süre sonra kendini unutturuyor, onu görmüyorsunuz" derken bir diğeri Helvetica'yla ilgili "Harflerin pürüzsüzlüğü insana güven veriyor" yorumunu yapıyor. Savaş sonrasının, 1950'lerin arayış ortamında tam da aranan yazı tipiydi Helvetica. Bir tasarımcının bu döneme ilişkin tesbitiyle bitirelim: "Çölde sürüklenirken birisinin size bir bardak soğuk su uzatması gibiydi."

Radikal'den alıntı.

Sur le fil





Geçen gün yine genelde yapacak bi bok bulamadığımız tüm boş zamanlarımızda yaptığımız gibi biricik dostum selçuk ile istiklale inmeye karar verdik.Bir iki kesişme anı yakalar sonra da belki birbirimizi gaza getirip takip aşamasına geçeriz o dükkan senin bu dükkan benim yürür ,sonunda da fısır fısır konuşan kızların alaycı/davetkar gülümseyişiyle tüm dünyalar bizim olur diye hayal ettik ki bir anda selçuk'un küçük kardeşi odaya girdi biz de hayalden uyandık.

1.5 saat sonra yer : istiklal caddesi

herşey düşündüğümüz gibi gelişiyordu daha bi bakış yakalayamamıştık ama kendimizi yei çıkan kitaplardan bahsederken ve yazarların gelişimini olumlu yönde etkileyecek yapıcı eleştiriler yaparken bulmuştuk, çevremizde de ilgi uyandırmış olmalıyız ki herkes kulaklarını kabartıp bizi dinliyordu ya da en azından ben öyle düşünüyorsum.
neyse konu eninde sonunda türkiyemin göz bebeği, nobel ödüllü usta yazar orhan pamuk'a geldi.ben orhan'un ne kadar haklı bir ödül aldığından,ödülü iade emesini salık verenlerin ne kadar yanlış yaptığını söylerken selçük bir anda kolumu çekiştirerek, biz türklere karşı çok ayıp ettiğini böyle bir yazarın sözlerinde daha dikkatli olmasının gerektiğini söyledi ardından da kendini tutamayıp orhan'ın ne kadar pis bi insan olduğunu haykırdı istiklalin tam göbeğinde.sevgili dostum ilkokuldan sonra küfür gelişimi konusunda kendisini dışa kapattığından dolayı olsa
gerek insanlara en fazla pis,deli,manyak şeklinde hakaret edebiliyordu.

ben ise daha bilgili olduğumdan son derece komplike bir küfürün ortasına kadar son derece güzel gelmiş son noktayı koymak üzereydim ki o an hayatımda dinledğim en güzel tınılardan biri tam sağ arka taraftan kulağıma adeta akıyordu,piyasaya yeni adım atmış muhtemelen ankaralı bir türkücünün anadolu ezgileriyle bezenmiş ritmleriyli duyduğum ve o anda çarpmıştı beni.Keskin bir hareketle arkamı döndüm ve türküyü çalan mekana giderek bir çay içme isteğiyle hızlı adımlarla yürüdüm.Ama tam o yürüyüş esnasında olmaması gereken birşey oldu yüksek volümlü bir mekandan kulağıma türkiye death metal piyasasının başarılı isimlerinden "raven woods" un gitar riffleri geldi bu riffler basbaya black metal riffleriydi ve beni içine almıştı bile hemen arkama doğru keskin bir bakış attım ve dükkanın kapısında bekleyen deri ceket giymiş piyırsingli amcamla göz göze geldim.

tam bu anlarda selçuk herşeyden habersiz kendisini eski bir kasetçiden içeri zor atmış yüzünde istiklalde haykırmanın verdiği kırmızılık eski kasetlerin bulunduğu bir sepetin içinden "aha" -aykut hakan ayşe-nın kasedi varmı diye incelemeye kendini vermişti.

ben ise kafamdaki karmaşıklığı atmaya çalışıyor piyırsingli amcaya doğru ilerliyordum bu arada etrafa da adeta bir şebek gibi gülücükler dağıtıyor ilgi bekleyen bebek gibi tripten tribe giriyor raven woods'un betray isimli parçasına da parmak şıklatmalarıyla eşlik ediyordum.tam eski bir dostu gördüğümü sanıp sola dönmüştüm ki tam orda tam karşımda bana pis pis sırıtan bıyıklı insanı gördüm,hızlı bir hareketle elindeki kasedi yeybe sokup sesi sonuna kadar açtı.Donup kalmıştım çalan backstreet boys'un 1 numaralı hiti i want it that way idi.müzik adeta beni bulutların üzerine çıkarmıştı,gözlerimden hafif hafif yaşlar süzülmeye başlamıştı ama mimik donması yaşadığımdan olsa gerek hala yüzümdeki sırıtış da sabitti.

hayır aklımdan tüm çocukluğum,arkadaşlarla toprak sahada yaptığımız tek kale maçlar, open doors kasetleri üzerine karışık kaset çekmelerim geçmiyordu, ağlıyordum netekim ben de bir " kulağına hoş geleni dinleyen" olmuştum.

imza: ateist gomunist

San francisco

  • 0

Saçmalık

bu sabah kalktım ve canım genelleme yapmak istedi hem halkla ilişkiler gibi güzide bir derse çalışırken aynı zamanda kafama gelen genellemeleri not aldım,sanki bir sürü fikir gelmiş gibi oldu böyle diyince ama aslında iki taneden sonra tıkandım..

insanlar ikiye ayrılır:

kitap okuyanlar
kitap okuyan bireyi sonunu söyliyim mi lan diye tehdit edenler

yeni ayakkabı alanlar
yeni alınan ayakkabıya basmak için cebelleşenler

felan feşmekan..bu lafı da büyüklerim kullanmıştır da günün birinde ben de kullaniyim diye aklımın bi köşesinde kalmış demek o gün bugünmüş..

neyse sırf bu iki genelleme üzerine bile birçok güzide tesbit yapıp bu insanların kişilikleri üzerine tesbit yapılabilir netekim kendimi kasasım yok..

Cate Blanchett

tuborg gold eski dinamit kapağına dönsün!

  • 0
kötü zamanlar olmasaydı, iyi zamanların kıymetini bilemezdik. nedense vizelere hazırlanırken hep bu söz gelir aklıma. bu söz aracılığıyla da yaz günlerini hatırlarım.

bu sefer yine aynı klasik aşamalardan geçtim ama yazlarımın önemli parçası olan tuborg gold a takıldım kaldım. eski bir dostunuzla yıllar sonra bir yerde karşılaşırsınız ve ayaküstü beş dakika muhabbet edersiniz. artık aynı şeyleri konuşmadığınızı, kafa yapılarınızın değiştiğini anlarsınız. ben de içimde böyle bir burukluk hissettim bu yaz çünkü o eski dinamit kapaklı tuborg gold gitmişti. yerine kötü bir efes taklidi gelmişti. biraya karakter kazandıran şey şişesidir. şişeyi tamamlayan en önemli parça da kapağıdır. ha kapak ha kafa yapısı, aynı şeyler benim için. gençken sosyalist olan ama yaşlandıkça liberalleşen seksen sonrası demokratlarına benziyordu. eski günler hatrına hatırladığım ve yüreğimde yaşatmaya devam edeceğim özelliklerini sıralamak istiyorum izninizle...

dinamit kapak devrimcidir. altındaki kitleden aldığı desteği, hızlı bir bilek hareketi sayesinde isyanın sesine dönüştürür.

dinamit kapak ortamcıdır. onu her seferinde değişik bir bilek hareketiyle açmaya çalışmak arkadaş ortamında saygınlığınızı arttırır. kızlar hemen yanınıza gelip sizden bunu nasıl yaptığınızı öğrenmek için can atar. bu yüzden bir tane daha içmek için nedeniniz hep hazırdır.

dinamit kapak ile iyi hissedersiniz. kapağı patlatıp o muhteşem sesi yakaladıktan sonra artık birayı içmeseniz de sarhoş olursunuz. ama başka türde bir sarhoşluk: zafer sarhoşluğu.

dinamit kapak sürprizlerle doludur. diğer bütün bira kapakları açıldıktan sonra atılırken, dinamit kapak kız arkadaşlarınıza hediye edebileceğiniz bir yüzük olarak karşınıza çıkar.

dinamit kapak bir külttür. ağustos sıcağının kasıp kavurduğu bir izmir akşam üstünde denizden esen imbata karşı kordonda arkadaş muhabbetiyle iyi gidecek bir şey ister misiniz sorusuna verilecek tek yanıttır.

Spam Adam, Köfte, Party Boy ne dersen de

Yorumdan öte bir ek mahiyetinde ekliyorum bu yazıyı. 2 sene önce bir arkadaşa attığım mailde buna benzer bir durumu irdelemiştim...

Diye yorum yapmak istemiştim "Spam Adam" başlığının altına ama baktım Erdem bana yazı ekle bloga diyor, küçük bir başlangıç yapayım istedim. Tabi bi de ta ne zaman yazılmış yazının yorumunu kim okuyacak ki diye de düşündüm. Yazım boşa gitmemeliydi...

Benim dost dediğim insanla her konu hakkında konuşabilmem lazım. Onun da bu konular hakkında bir fikrinin olmasını da beklerim hatta bu fikirleri de aynı doğrultuda olursa benle daha da çok severim onu. Boş konuşmalardan nefret ediyorum, karşımdaki insandan bir şeyler öğrenmek istiyorum, değişik bir bakış açısı veya mantıklı bir önerme, orijinal bir gözlem gibi. Böyle bir insanı da bu saatten sonra bulacağımı da zannetmiyorum açıkçası, senin daha çok insanla tanışıp kaynaşmak gerektiği fikrine cevaben. Öyle çok fazla insanla arkadaş olan tiplere bakıyorum da hiçbirinin samimi olmadığını düşünüyorum. Bu tipler birlikteyken çok samimi konuşuyorlar insanlarla, hatta 2 gün önce tanıştığı insanlarla, zannedersin senin benim gibi dostlar ama konu vefaya gelince orada yoklar. İnsanlara gereğinden fazla değer vermemek lazım, hele böyle tip insanlara. Sadece vakit geçirmek amaçları seninle, yani orada sen olmasan başka bir adam olsa da olur onlar için.

Sesli Düşünüyorum

Beyazlar ne kadar yüz metre koşabilirse siyahlar da o kadar gitar çalabilir.

Sesli Düşünüyorum : The Beginning

  • 0




bir ideolojiyi sahiplenip onunla ilgili kitaplar,dökümanlar okumak insanın düşüncesini bakış açısını sınırlar mı ya da şöyle söyliyim hiçbir düşünceyi sahiplenmemek insanı daha geniş açıdan bakmaya iter mi..ya da ben bunları yazarken ne düşünüyorum geçekten kayda değer bir soru sorduğumu sanıyor muyum,ya da önemli düşünceler içinde olduğumu sanıp kendi kendime hava mı atıyorum..bütün dünya terminolojisine yeni bir katkı mı bu söylenenler..sistem modelleri external,behavioral ve structural olmak üzere üç çerçevede toplanırmış zamanın birinde sanırım insanlar da öyle..aha bu da tesbitin kralı değil de nedir..hayatım bulunmamışı bulmaya söylenmemişi söylemeye çalışmakla geçiyor ama bakıyorum hayat geçmiş ben bir zıfırmışım..

imza: çok asi alternatif genç

edit:önce bi hikaye anlatıp sonra başlangıca dönen filmlerden birinin içinde hissettim kendimi meğer önceden draft olarak kaydedince bir yazıyı sonra düzenleyip de sununca bloga yine eski düzeninde kalıyormuş,bilemedim.

Asosyal Kafka

  • 1




-alo kemik'ten arıyoruz franz kafka ile görüşebilir miyiz?
-buyrun benim.
-lan oğlum ne biçim kitaplar yazıyorsun sen! aklım karıştı lan. içim bunaldı, zihnim, dimağım kurudu. böyle içimde bir buruntu yer etti, hayattan soğudum oğlum. hiç mi sende din, iman vicdan yok şerefsiz.
-umut bey ben iç dünyamı yansıtmak istedim sadece. sizi rahatsız ettiysem özür dilerim. sadece içsel serzenişlerini kağıda döktüm ben.
-ama hep böyle hep iç dünya, hep iç dünya olmaz ki canım. çık dolaş biraz çay iç, kadıköy'e git misal... paran yoksa ben vereyim. kurudun kaldın lan evde yaza yaza. azcık sosyalleş lan pısırık.
-sevgili umut. iyi söylüyorsun da kemik okurunun beni tanıdığını pek sanmıyorum. keşke özcan deniz'i falan arasaydın, beni kim tanır ki çoğu insan için hiçbir şey ifade etmeyen biriyim, tanımazlar, bilmezler beni.
-hayır! sen güzel bir insansın. seni tanımayan kişiler umurumda bile değil. onlar var ya senin daşşağını yesin.
-aman umutçuğum estafurullah.
-ne estafurullahı franz. doğru söylüyorum ben. sen de söyle "daşşağımı yesinler" de!
-umut lütfen.
-lan söyle!!!
-ddd... daşşağımı yesinler.
-daha güçlü!
-onlar benim daşşağımı yesinler.
-abi koskoca yazarsın utanmıyor musun öyle daşşaklı maşşaklı konuşmaya. yazıklar olsun. okura azıcık saygın olsun be!

not: işbu konuşma umut sarıkaya ile franz kafka arasında geçmektedir.

World Soccer

Welcome to the Machine

  • 0



welcome my son, welcome to the machine
where have you been? it's alright we know where you've been
you've been in the pipeline, filling in time,
provided with toys and 'scouting for boys'.
you bought a guitar to punish your ma
and you didn't like school, and you know you're nobody's fool
so welcome to the machine

welcome my son, welcome to the machine
what did you dream? it's alright we told you what to dream
you dreamed of a big star, he played a mean gituar
he always ate in the steak bar. he loved to drive in his jaguar
so welcome to the machine

Senkronizasyon Kodları




başka bloglardan yazılar okuyup sonra " nevar lan ben de yazarım bunu , hatta hadi gaza patlatayım bi tane de görsünler " demek ve böylece önünde gözünün içine içine bakan veri ve iletişim ağları-1 dersininin 48.sayfasından kaçmaya çalışmak ne aptallıkmış aslında ama ben hala neden farkına varamıyorum bunun buraya bile yazarken ve neden bi boka benzemeyen sanal ortamın boş yazılarından birine daha "tuğra"mı -sanatsal olsun diye hangi akla hizmet bu kelimeyi kullandım- basıyorum..
kendi içimde binbir türlü karmaşıklık yaşıyorum ve bunu ifade ederken bile kendi kendime hay s.çayım senin karmaşıklığına ne melankolik ne uzaklara dalan adammışın sen diyorum.. hatta biliyorum ki "dünyanın en skindirik kahramanı fethi" den bir adım öteye bile geçemeyeceğimi, gerek konuşurken yaptığım kelime tekrarları gerek otururken kambura yatmam,gerekse konuşma sırasında söze girmek için pusuda bekleyip sonra sesimi duyuramamamla kariyerimi bir sıfır olarak noktalayacağımı..
bir şansım var mı bu jestlerin mimiklerin konuştuğu iş dünyasında ya da neden hep "çok bilen"ler tartışmaya değişik değişik etkenler eklerken ben neden az bilmek en iyisi abi basit düşünmek en güzeli diyorum
..
of kafamdaki hücreler hızla ölmeye başladı sapıtmaya başladığımın farkında ama ne demek istediğimin farkında değilim..sanırım bir şekilde kendimi farklı göstermeye çalışıyorum neden bilmiyorum , ama Behiye Hanım ile Semih Beye dönmem gerekiyor en azından bi kaç bilgi kırıntısı kapmam gerek hücrelerim tükenmeden..

edit: yazılarımı tekrar okumayacağım için düzeltmiyorum yine de bir daha okursam eğer diye yaptığım olası yanlış yazımlardan dolayı kendimden özür diliyorum

Marion Cotillard

Futbolcu Çıkartmaları Nr.4




Gianfranco Zola





Jaap Stam





Tore Andre Flo

Ameno Pro

  • 0

Futbolcu Çıkartmaları Nr.3




Dennis Bergkamp





David Beckham





Gabriel Omar Batistuta

Futbolcu Çıkartmaları Nr.2




Eric Cantona





Henrik Larsson





Marcelo Salas

Futbolcu Çıkartmaları Nr.1




Vladimir Smicer





Matthias Sammer





Paul Scholes





Alessandro Costacurta

A Clockwork Orange




"yönetilmek, ne hakkı ne kerameti ne de iffeti olan yaratıklar tarafından izlenmek, soruşturulmak, gözetlenmek, yönlendirilmek, yasalara uydurulmak, düzene sokulmak, kapatılmak, telkinlerce ve vaazlara maruz kalmak, denetlenmek, yorumlanmak, değerlendirilmek, sansüre uğratılmak ve komuta edilmektir. yönetilmek, kişinin her hareketinde, her eyleminde ve yaptığı her işlemde,mimlenmesi, kaydedilmesi, nüfus sayımına tabi tutulması, vergilendirilmesi, damgalanması, fiyatlarındırılması, değerlendirilmesi, patentinin alınması, yetkilendirilmesi, musaadeye tabi kılınmasi, tavsiye edilmesi, ihtar edilmesi, men edilmesi, doğru yola sokulması ve düzeltilmesi anlamına gelir. hükümet, haraca bağlamak, terbiye etmek, fidye ödemeye mecbur bırakılmak, sömürülmek, tekelleştirilmek, gasp edilmek, baskı altına alınmak, gizemlileştirilmek, soyulmak anlamına gelir; bütün bunlar kamu yararı ve halkın çıkarları için yapılır. daha sonra, ilk direniş belirtisi ya da şikayet sözcüğünde, kişi baskı altına alınır, takip edilir, apar topar alınıp götürülür, dövülür,boğularak idam edilir, hapse atılır, vurulur, makineli tüfekle taranır, yargılanır, hüküm giyer, sürgüne gönderilir, kurban edilir, satılır,ihanete uğratılır ve üstüne üstlük bir de küçük düşürülür, alay edilir, kızdırılır ve onuru kırılır. hükümet işte budur; onun adeleti de ahlakı da budur!"

pierre joseph proudhon

11'09''01

  • 0


11 farklı yönetmenin 11 dakika 9 saniye süren 11 filminden oluşan güzel bir compilation film..özellikle yönetmenler son derece dikkat çekici isimler..

Youssef Chahine ("Egypt")
Amos Gitai ("Israel")
Alejandro González Iñárritu ("Mexico")
Shohei Imamura ("Japan")
Claude Lelouch ("France")
Ken Loach ("United Kingdom")
Samira Makhmalbaf ("God, Construction and Destruction")
Mira Nair ("India")
Idrissa Ouedraogo ("Burkina Faso")
Sean Penn ("USA")
Danis Tanovic ("Bosnia-Herzegovina")

sweeney todd the demon barber of fleet street




tim burton,johnny depp ve helena bonham carter triosunu yeniden bir araya getiren müzikal/drama/gerilim artık ne derseniz filmi bu senenin izlenmeye değerlerinden..sinema programcısı konuştum lan bi an kendimden iğrendim ama sonra geçti gayet de güzel yazmışım çok başarılı bi cümle olmuş en azından ortalama üstü..neyse film de bi boka yarıyodur umarım o kadar lafa iç hesaplaşmaya değsin yani burda cebelleşip durdum iki saatte üç kelimeyi anca bi araya getirebildim..

daha anca bu film ocak ayına gelecekmiş baktım da o zaman daha başka tim buton filmleri izleyerek bu sürece hazırlanabilirsiniz böylece film zamanı geldiğinde arkadaşlarınıza vay be tim burotn zart filmine gönderme yapmış filan diye hava atarsınız..neyse bu filmi de beklerken misal yine tim burton filmlerinden big fish'i izleyin..

Mean Machine




aynı oyuncular aynı üslup farklı konu.."monk" rolünde jason statham göz yaşartıyor.

Stranger Than Fiction




when i was a young boy
my mama said to me
there's only one girl in the world for you
and she probably lives in tahiti

i'd go the whole wide world
i'd go the whole wide world
just to find her

or maybe she's in the bahamas
where the carribean sea is blue
weeping in a tropical moonlit night
because nobody's told her 'bout you

i'd go the whole wide world
i'd go the whole wide world
just to find her
i'd go the whole wide world
i'd go the whole wide world
find out where they hide her

why am i hanging around in the rain out here
trying to pick up a girl
why are my eyes filling up with these lonely tears
when there're girls all over the world

is she lying on a tropical beach somewhere
underneath the tropical sun
pining away in a heatwave there
hoping that i won't be long

i should be lying on that sun-soaked beach with her
caressing her warm brown skin
and then in a year or maybe not quite
we'll be sharing the same next of kin

i'd go the whole wide world
i'd go the whole wide world
just to find her
i'd go the whole wide world
i'd go the whole wide world
find out where they hide her

Spam Adam




dost ortamlarında devamlı savuşturulmak istenen, gidilen yerlerin söylenmediği buna rağmen nasıl olduğu bilinmez şekilde en beklenmedik anda "kıh kıh kıh" seslerinin artan tonlarıyla kendini gösteren ve hiçbir şey olmamış gibi rahat davranarak ortama süzülen,siz kendinizi kasarken "naber abi" diyebilen üstün nitelikli insan, bir nevi kahraman..engellemek için kadar filtre de koyarsanız koyun bir yerlerden girmeye başarır hava alanınıza, ama bir gün kimse yanınızda yokken de yanınızdaysa en iyi dostunuz oluverir o andan itibaren öncelik değerleri değişmiştir.o dışarı itmeye çalıştığınız artık bir parça ekmeği paylaştığınız can dostunuz olmuştur ve artık yeni değerler sistemine göre yeni "spam adam" belirlemişsinizdir,bu bir döngü müdür?
evet belki, ama ta ki kendiniz de bir "spam adam" olana kadar..

Emma Thompson

fotoğraf

  • 0



nedense adeta bir kızılderili gibi her şaklama sesi sonrası ruhumun bir parçasının hapsolduğunu hissediyorum.belki insanın kendini özel hissetmesi için yapılan binbir tripten literatüre girmiş biri daha ama yine de böyle olması da engellemiyor beni.belki de bu düşünceye sarılışımda hiç de fotojenik olmayan tam anlamıyla bir bedene artı yüze sahip olmamın etkisi de vardır.çekindiğim fotoğraflara bakıyorum bakıyorum ulan diyorum ne biçim bi insanmışım ki ben sonra aynanın karşısına geçiyorum yoo son derece de eli yüzü düzgün bi insanım.anlıyamıyorum kendimi ne yaptığımı sanıyorum bilemiyorum.bi anda elimi koyacak çıkıntı gözümü çevirecek köşe bulamıyorum bakabildiğim en uzak yere bakıyorum ki acaba bi anlam katabilir miyim kendime diye.çırpınıyorum adeta güzel görüneyim fotoğrafta sonra fotoğrafları sepya efektine tutayım daha da etki kazanayım herkesin yonja avatarında dolaşayım ama olmuyor her zaman "geleceğe dönüş" teki fotoğraflardaymışcasına yok olmayı diliyorum..

Kış


bir zamanların en güzel mevsimiydi benim için kışt.hem daha bir karasal iklimde hem de küresel ısınmadan önce yaşadığımdan olsa gerek battaniyeye sarılıp da tv izlemenin gerçek tadını aldığımı , bir daha o tadı alamayacağımı düşünüyorum ..kim bilir belki de kendimi abartmak suretiyle geçmişimi olduğundan daha tatlı görüp nerde o eski bayramlar geyiği yapıyorumdur tam olarak emin değilim.bir kararsızlık sindi üstüme kar mı yağacak yağmu mu yoksa güneş mi çıkacak bilemiyorum hangi savunma önlemini alsam bi yandan falso veriyorum.Ne yapsam ,ne giysem bi şekilde falso veriyorum dünyaya gittikçe kendimden soğuyorum ama öte yandan kendime bayılıyorum ne kadar da bilgilisin diyorum kendime adeta kız olsam sevişirim kendimle moduna giriyorum.sonra bırakıo bunların hepsini ilgi çekmeye çalışıyorsun işte anlaşılmıyor mu sanıyorsun diyorum kendime gözlerimi yumuyorum,yumuk yumuk oluyor gözlerim fonda yeni bulduğum bir grubun verdiği ufak sırıtış yatıyorum ama uyumuyorum sadece gözlerimi dinlendiriyorum..

1 saat sonra

yazdıklarımı tekrar okuyunca yazarken ne kadar da beğendiğim aklıma geliyor sonra bi bok da yazmadığımı farkediyorum yatağıma uzanıp freud tasvirindeki yalnızlık moduna girmeye çalışıyorum , "acı sadece acı" kendimle alay ediyorum mal olduğumu farketmenin ağır yükü omuzlarıma biniyor,kalkıyorum yataktan bi çikolatalı kapuçino yapıyorum özel hissediyorum kendimi.

not:yazı hiç editlenmemiştir.netekim ne kadar değiştirsem de aptal olmasının önüne geçemeyeceğimin farkındayım.