Third person shooter Muviis

  • 3

[Rec] (2007)
Yönetmen: Jaume Balagueró, Paco Plaza
Yazar: Jaume Balagueró, Luis Berdejo
Oyuncular: Manuela Velasco, Ferran Terraza, Jorge Serrano, Pablo Rosso, David Vert
Ülke: Spain
Imdb puanı : 7.7/10
Benim puanım : 7/10


Paranormal Activity (2007)
Yönetmen: Oren Peli
Yazar: Oren Peli
Oyuncular: Katie Featherston, Micah Sloat
Ülke: USA
Imdb puanı : 6.8/10
Benim puanım : 6/10

Son bir hafta içinde, aynı yılın ürünü - benzer tarzda tırstırıcı filmler izledim, iki adet kendileri. Bu filmlerin ilgi çekme sebebiyeti de daha önce de denenmiş olayın bütününe üçüncü tekil şahıs olarak tanık olmak aktivitesine bürünmenin etkiyi arttıracağını düşünmüş olmaları. haksız da sayılmazlar hani, atmosferin tırstırıcı etkisinden etkilenmeyen şahıs duymadım henüz. lakin tamamen klişelerden oluşan hikayeleri barındırması iki filmin büyük eksileri olur benden yana.

ha holivudun devamlı rimeyk yaptığı zamanlarda böyle filmler tabi ki değerlidir, ki bir anda havada karada paranormal aktivite geyikleri dönmeye başlamasıyla izleme ihtiyacı duydum ben de. fitil nerden ateşlendi acep, bilemiyceğim. amma şunu diyeceğim, bu iki film sonrasında da bende, first person shooter tarzı film nasıl olur sorgusu oluştu. select first_person_shooter from imdb dedim, sonuç dönmedi. araştırmak lazım.

Bu arada if film festivalinin ayak sesleri de duyulmaya başlandı. önce tabi blog aleminde. ben de çoktan seçmeli uzun bir süreç sonrası gidilecek üç film belirlerledim kendime. şimdilik. Metropia, Red Riding Üçlemesi ve Double Take'e bilet aldım yerleştirme işlemleri sonunda. vakit bulabilirsem Apan ve Easier with Practice isimli filmleri de izlemek niyetindeyim. ama bilinmez. bu mecradan vakit bulabileceklere önerim olsun bu filmler. gidenler gitmeyenlere spoylır vermesin.

bir de maykıl muur'a yeni belgesel film önerim var. domuz giribini ,insanları manipüle ederek nakite çeviren şirketlerin, devletlerin hikayesini - domuz gribi sektörünü filme alsın.

Son söz.

there is no flag large enough to cover the shame of killing innocent people.

Howard Zinn.

Ören Bayan

  • 0

ahmet, o sabah uyandığında kendisini annesinin ilmik sayıcısı olarak buldu. ancak bundan kendisinin henüz haberi yoktu. oysa o uyandığı sıralar annesi karşı komşu ziyaretinde -daha önceki buluşmaların birinde bahsi geçmiş olan- örgü örneği almak ile meşguldü.
bu araya küçük bir not sıkıştırmakta yarar görüyorum. bayanlar arasında bu yılın modası her taraflarda görmeye alıştığım, masa örtüsü kıvamındaki şallar. evet bu çeşit çeşit renk renk şallar yurdun dört bir yanına yayılmış durumda.
işta örneği alınan da bu modanın önemli örneklerinden birisiydi. ortamlara düştüğü günden beri bütün komşuların ilgisini çeken örgünün örneğini alma sırası nihayet ahmet'in annesine gelmişti. o da bu aradaki süreyi iki çift patik, üç başörtüsü kenarı örerek geçirmişti.
anne, komşudan örgünün püf noktalarıyla ilgili son teknik bilgileri alırken ahmet de evde olanlardan habersiz, dişlerini fırçalıyordu.

Singer

  • 0

şok şok şok. öhöm. yakşanlar. evet, bir zamanlar kadınların vazgeçilmezi sıfatına nail olmuş, ancak şimdilerde kullanılmayan eşya statüsünde -içgüvesindenhallice- takılmakta olan dikiş makinası aletinin mucidi, uzaylılar imiş.
yıllardır piramitlerin gizemiyle uğraşan isviçreli bilimadamlarının gözlerinin önündekini görememekle suçlayan nasalıların açıklamasını kelimesine dokunmadan yayınlıyorum.

özellikle türkiye ve eski yugoslavya sınırları içinde yaygın biçimde kullanıldığı saptanan singer marka dikiş makinalarının uzaylılar tarafından geliştirildiğini kanıtlamış bulunmaktayız. yaptığımız detaylı çalışmalarda bunun arkasında uzaylıların ortak bir bilinç yaratma çabasının olduğu görülmektedir. bu dikiş makinaları da bir nevi baz istasyonu görevi teşkil etmekte.

Akıllı ol

  • 0

1711 yılı. hava sonbahara dönerkene, prut anlaşması sonrasında rusyada baltalı mehmed - katerina ilişkisi üzerine gazeteler yazıp çizmeye artan hızla devam etmekte. özellikle fısıltı gazeteleri olayı cinsel fanteziler seviyesine vardırmıştır ki deli petro'nun kafası atar. adam olun lan bakışını savururken, beresini dahi çıkarmaz. ardına da ağır küfürlerle bezeli manifestosunu döşer. ve nihayetinde bu posterden kremlin matbaasına bin adet bastırılır.
ulaklar tarafından ülkenin dört bir yanına dağıtılan bu belge, türk erkeğinin rus kızlarına olan ilgisinin de başlangıcını işaret etmesi bakımından mühimdir.

Rusların sıcak denizlere inme planı


Haberlerden felan duymuşsunuzdur, şu aralar başbakanımız rte rusya ziyaretinde. bu ziyaret kapsamında çeşitli görüşmeler, ticaret anlaşmaları felan yapacakmış. iyi güzel. amma velakin yine bu görüşmeler sonucunda rusya ile vizelerin karşılıklı olarak kaldırılacağı söylentisi fısıltı gazetelerinde yazılıp çizilmeye başlandı ki korkutucu olan da bu. duyunca doğal olarak konuyu araştırma ihtiyacı hissettim. ve yanılmadığımı da gördüm. evet dostlar, yıllardır severek dinlediğimiz, rusların sıcak denizlere inme planı tekrar bir araya gelmeye karar vermiş. okuduklarıma bakılırsa planın aslında kış uykusunda olduğu, bu günün hayalini kuran rus yeraltı cemiyetleri tarafından, şekil değiştirerek günümüze kadar getirildiği anlaşılıyor.
rus kadınlarının insanımız üzerinde yıllar süren araştırmaları da sonuç vermiş olacak ki, ülkemize akın yapacakları günü iple çekiyorlar kuzeyin zalımları. bakın sizinle de paylaşıyım. eski posterleri bile tekrar gün yüzüne çıkarmaya başladılar. hazırlıklı olalım yoldaşlar.
başbakanımızdan ricam burayı okuyorsa, tehlikenin farkında olsun. netekim an be an rusların kötü emellerine alet olma yolunda ilerliyor.

Van minüt


bah hele hele. iddia ediyorum ki van minütün ana vatanı amerikadır. evet. bizim başbakanın çıkıp israil başbakanına van minüt demesi de ancak kendisinin -amerikanın gizli cemiyetlerinden- corç vaşintınseverler cemiyeti tarafından destek bulmasıyla gerçekleşmiş bir senaryodur. evet doğru duydunuz. pek inandırıcı gelmedi mi? okuduklarınıza inanmayabilirsiniz ama ya bu fotoğraf, ona da mı inanmıyorsunuz. bizzat picture historye damgalattırdım ki resmi belge olduğu bellensin. hey gidi.

Hatt-ı müdafaa yoktur bisiklet-i müdafaa vardır


bemeiks velespiti bir sabah uyandığında, destek niyetine takılmış olan yan tekerleklerinin çıkarılmış olduğunu görür. içinebüyük bir sıkıntı dolar. babasının işi olduğunu anlar hemencecik. artık büyüdün, senin yaşıtların üçüncü fitese geçmeyi öğrendi sen hala.. diye söylenmektedir günlerdir. netekim. sıkıntıdan zincirleri atar. velhasılı dengesini de sağlayamaz daha fazla. yana devrilir öylece.

fotoğraf, bisiklete velespit denilen zamanların almanyasından.

Where the wild things are


Where the wild things are (2009)
Yönetmen: Spike Jonze
Yazar: Spike Jonze, Maurice Sendak, Dave Eggers
Oyuncular: Max Records, Catherine Keener
Ülke: USA
Imdb puanı : 7.6/10
Benim puanım : 7/10
Nedir: There were some buildings... There were these really tall buildings, and they could walk. Then there were some vampires. And one of the vampires bit the tallest building, and his fangs broke off. Then all his other teeth fell out. Then he started crying. And then, all the other vampires said, 'Why are you crying? Weren't those just your baby teeth?' And he said, 'No. Those were my grown up teeth.' And the vampires knew he couldn't be a vampire anymore, so they left him. The end.

Spike jonze aynı isimli çocuk kitabından uyarlama, bol fantastikle bezeli gıcır görüntülü bir film çekmiş şekil a'da. imax experience felan da diyolar imdb'de ama benim dizüstü bilgisayarımda yok o özellik :(
bizim buralarda da arkadaşım canavar : maksimum deneyim gibi abuk bi isimli gösterilmiş. acaba barış manço referansıyla daha çok izleyici mi çekmek istedi yerli dağıtımcılar.
ben, pek de bişey beklemeden ders çalışmamak için yapılan hareketler başlığı altında izledim filmi. bu bakımdan işlevini yerine getirdi diyebilirim. bir de fantastik mekan/karakter tasarımı ve görüntüler ile memnun obiçimde izledim filmi. amaaaa her zaman bir ama vardır hikaye olarak hangi yolda ilerlediğine dair bir fikrim yok. eğer yönetmen çocuklara bir öğüt vermek istemiş ise -misal çocuklar bak annenizin sözünden çıkarsanız kötü olur gibi- bunu başaramamış. yok eğer ben çocuk olmaya dair bir film çekeyim hikayeyi, mesajı felan s.ktir et dediyse olmuş diyebilirim.

Geriye

  • 0
evvel zaman içinde kalbur saman içinde, güneşli günlerden biri. first person shooter tadındaki kahramanım ahmet, içinde anno dominiden sonra dokuzuncu yıl hissi ile uyanır. kaldığı yerden devam etmek ister hayata. yapamaz ama. ne yazık. ölüler ancak ölmeye devam edebilirler çünkü. hem ölmeye devam edip hem de kendi hikayemi yazabilirim belki diye düşünür hemen, aklına ghost filmini getirir devamında da. ölü olma durumu hakkındaki tek referansı bu filmdir netekim. başlar yazmaya elinde ucu kütleşmiş kurşun kalemiyle. evden iki cep çitlek ile kaçtığı, kendini doğaya adama amacıyla yollara düştüğü ve kırksekiz saat sonra da yüksek volümlü karın gurultuları eşliğinde evine döndüğü hikayesine.

o gün, evden aldığım cepler dolusu çitleği çitleyerek, önce hızla, sonra bacaklarımda laktik asit birikmesini önleyeceğini düşünerek yavaşça yürüyerek düştüm yollara. ve kımıl kımıl uzaklaştım evceğizimden. şehirlerarası yolun kenarından çimenlikten yürüyor olmama rağmen, otostop çekmeye prensip olarak karşı bir hareketti benimkisi. vahşiye gidiyordum..
[ne yazık ki yazarımızın bu kısımda yazdıklarını kalemin azizliğinden dolayı aktaramıyorum. bundan mütevellit, ikinci günün sabahına kadar olan zaman diliminde yaşananlar tarihin bir bilinmeyeni olarak kalacak.]
o sabah, yani evden uzak ilk gecemin sabahında ,uyandığımda yatak niyetine üstüne kıvrılarak uyuduğum şeyin bir otlar bütünü olduğunu görünce rahatsız olmadım hiç. yaşadıklarımdan sonra tersine yeni bir bilinç enjekte edilmiş gibiydi bol kıvrımlı beynime. doğaya uyum sağlamaya başladım bile diye aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum. yattığım yerden kalkmadan, saatin kaç olduğunu merak etmeden uzandım boylu boyunca. öylece gökyüzünü seyrettim uzunca bir süre. bulutların hareketlerini takip ederken aklımdan modern zaman zombilerinin güne başlangıç sekansının ikibin yıl uzağında olduğumu geçirdim. hayaller hayaller. onlar özgürlük kırıntılarıyla beslenirken ben, koca bir ısırık aldım ortalığı saran hiçlik duygusundan. özgürdüm. hem de en ilkel en saf özgürlüktü benimkisi.
ama özgürlük karın doyurmaya yetmiyordu, ünlü olamamış bir düşünürün düşündüğü gibi. siz ne bileceksiniz, peh. ayağa kalktım yavaşça, aranmaya başladım. her ne kadar bu yepyeni bilincimi zedelemek istemesem de, izlediğim filmlerden görüntüler doluştu kafamın içine.
aldığım tüyolarla, people are strange sesi gelirken solucan deliğinin öte ucundan, elimde ucu sivrileştirilmiş bir dal parçası ile yeşilliğin orta yerinde buluverdim kendimi. daha önceleri lisede yıl sonu pikniklerinde çok kere geldiğim bu yerin anlamını, önemini yeni kavrayabiliyor olduğuma üzülsem mi sevinsem mi bilemiyordum. lakin açlığım kararsızlığımın uzun sürmesine mani oldu. ve kendini benim gibi vahşi doğanın içine atmış bir tavuğun peşine düştüm.
önce pusuya yatarak ani bir hamle ile yakalayabileceğimi düşündüm ancak tavuk bir insana göre yakalanmama konusunda oldukça tecrübeliydi. derken ben de ani bir atakla koşturmaya başladım peşinden. çılgınlar gibiydim, damarlarıma hücum eden serotonin ile kendimden geçmiştim. tavuk ile uzaktan yakından alakam kalmamıştı, üzerimdekileri bir bir çıkarıyor çıplak bedenimle tozun toprağın içinde debeleniyordum. ikibinli yıllara inat ilkelliğin tadını çıkarıyordum. değme griinpiysçilere taş çıkartıyordum. yorulma belirtileri hafiften başlayıpnca yöntem değiştirdim tekrardan. atladım tavuğun üstüne basketbol ayakkabılarımın verdiği güç ile. ikinci atlayışta da yakaladım müstakbel yemeğimi. allah'ın hakkı üçtür. çok sağol doğa ana.
[tavuk cephesinde ise haberler hiç iyi değildi. anasız büyüyücek yavrularını düşünüp düşünüp doğa anaya küfrü basıyordu t. tavuğun hikayesi;
o sabah uyandığımda kuluçka evremin tam yirmi üçüncü günüydü. bunca süre aynı pozisyonda oturmuş ve çektiğim acıya dayanamaz olmuştum ki tanrıya şükürler olsun ki yumurtadan kıpırtılar gelmeye başladı. prosedür icabı kalktım yumurtanın üzerinden tabii ve özgürlüğümün tadını çıkarmak için yakındaki piknik alanına gittim. hem biraz bacaklarımı açıp, hamlığımı atmak hem de bişeyler atıştırmaktı dniyetim. derken hiç beklemediğim bu olaylar silsilesi
geldi başıma.]
tavuğun kafasını filmlerden gördüğüm boyun kırma hareketi ile kırdım. kıtırt. çıkan tırt sesi ile içim bir hoş olmuştu ama, vakit kaybetmeden tüylerini yolmaya başlamam gerekiyordu. çevreden kan kokusun alıp gelebilecek tehlikelerden için için tırsıyordum netekim. ama korktuğumu da kendime belli etmemeye çalışıyordum ötee yandan.
midem kazınmaya başlayınca çevredeki bodur ağaçların domatiz biçimli ufak meyvelerinden attım ağzıma açlığımı bastırır diyerekten. [daha sonra bünyemdeki ishale sebep olarak öğrenecektim bu minik domatizleri] güneş tepeye çıkmış iken pişirmeye hazır idi artık müstakbel yemeğim.
hemen çevreden kozalak ve bilimum kuru dalları toplayıp kav marka bir adet kibrit vasıtası ilen ateşe verdim. light my fire. sivrileştirdiğim dalı bulup tavuğu taktım ucuna ve kızarana kadar pişirdim. doğal yaşamda ilk günüm hiç de fena gitmiyordu.
yemeğimi bitirip öğle uykumdan uyandığımda ise güneş alçalmaya başlamıştı bile. yalnızlık hissimin nüksetmesi ile kendime zor zamanlarda tutunacak, danışacak bir varlık, kendisime özel bir put icat etmeye koyuldum. malzeme olarak elimin altındakileri, tavuğun arta kalan kemik/tüyleri, yatağımdan kalan sararmış çimenler ve harç olarak da çamur kullandım. böylece sürreel, evrime götürgeçimi bitirdiğimde hava kararmış, günün yorgunluğu üstüme çökmüş idi tüm haşmetiyle.
putumdan arta kalan çimenden kendime bir yastık yaptım böylece. uykuya daldım, yıldızları seyrederken. gecenin köründe uyandığımda kendime bile farketmeden altıma sıçmayı başarmıştım. aniden vücudumu basan yüksek sıcaklık ile kendimi yollara vurdum tekrardan. bu kez ters istikamete. yürürken bir yandan da kendimi temizlemeye çalışıyordum. onbeş dakikada bir tekrar tekrar tuvalet molaları veriyor, bünyemdeki son gurur kırıntılarını da vücudumdan atıyordum böylece. işte bu ahval ve şerait içinde, eve vardığımda ar damarı çatlamış ben, naber millet diyebildim sade.

Toplu

  • 2

yıllardan 1897, sanayi devriminin fitili buharlı makine bulunalı doksan yıl olmuş yani, Virginia O'Hanlon adlı kızın doğumundan o yana ise sekiz yıl. Bu kız, virginia, kalkmış, zamanın new york gazetelerinden biri the sun'ın editöründen Santa Claus'un varlığı üzerine kendisine bilgi vermesini isteyen bir mektup yazmış. Mektubun aslı yukarıda, transı ise aşağıda.

Virginia'nın Mektubu;

Dear Editor,
I am eight years old. Some of my little friends say there is no Santa Claus. Papa says "If you see it in the Sun it's so." Please tell me the truth, is there a Santa Claus? Virginia O'Hanlon. 115 W.95th St

editörün cevabı, bu tür nice mektuplar ve virginia'nın çıplak fotoğrafları için tıklayınız.


varan iki. Christine Ericsdotter isminde bir şahıs x-ray kamera ile saniyede elli frame içeren yirmi saniyelik bir kayıt yapmış. elin oğlu deyip geçmemek lazım, en azından içinizin bi hoş olduğunu itiraf edin kendinize. bi titreme gelmedi mi size de yahu. denek bu sırada a takımının melodisini mırıldanıyormuş, dı dırıtdıııt dıt dıt dıt dırınıı nınınnııı nı nınının nını nıııı...

bunun kaynağı da bura.

Derli

  • 0
ohaaa ne enteresan laan. vay anasını hayatta neler var bilogculuğuna, blogspotun da maddi ve manevi çok büyük desteğiyle başlıyorum. çok saol lan blogır.
evet başlıyay. ama düşündüm de ben şimdi ne anlatsam da faydasız yahu, gözler kaymıştır bile fotoğrafa. amaan bu muymuş nidaları ile. yuh diyorum sana o zaman, bir oku önce ne anlatılmak isteniyor değil mi. fotoğrafın hikayesi ne, saçvesakalın erkek olmak duygusu içindeki etkisini anlatan bir yazı dökülecek belki parmaklarımdan olamaz mı. neyse. sen bildiğin yolda devam et madem. ben de buraya ahmet'in bir gün kalktığında nasıl cumhuriyet sonrası bir dönemde tahminen 1926 olduğunu anlatan hikayemi yazmaya çabalıyayım.
evet yukarıda da söyledim ya işte a new adventure is coming. daha önce belediye otobüsünde yolculuk ederken, evde pineklerken, uyuma arefesindeyken dillere destan maceralar yaşamış ve her birinden sağ olarak kurtulmayı başarmış biricik ahmedi bu hikayede ölümcül son bekliyor. aha sonunu söyledim ki gizemli bir ortam oluşmasın. işte yine yukarıda söylediğim gibi ahmet bir sabah uyandığında -hep tekrar- kendini pisbeyaz nevresim içinde, başı gözü sargılı yatar halde bulur. tabii şaşırır aman yareppi noldum lan ben içsesiyle. nolmuş olabiliiiir, bir düşüneyim hemen der bu düşünce ertesinden hızla. hızlı toparlanma ahmedilerin üstün özelliklerindendir.
ahhhha, duvarda atatürk portresi yok evet, sus işareti yapan hemşirenin tipi. tamam. düşüneyim biraz. hmmmm. oke sanırııım cumhuriyet yeni kurulmuş, daha 1930lara gelmemişler. hmm evet evet böyle olmalı. diye kendisinden beklenmeyecek voltajda ampuller parlatır sargılı kafası üzerinde. -çizgi film esintileri serptim öykünün içine nasıl seksenlerin sonu doksanların başı misali, nasıl?- ama orda dur bakalııım, küçük kahrama seni. nasıl bu hale geldiğini öğrenmen o kadar da kolay olmıyacak işte. bunun için en azından, birazdan gelecek hemşire ile kısa bir sohbet etmen, havalı sözler dağarcığından duruma uygun en uygun olduğunu düşündüğün sözü, beni türk doktorlarına emanet ediniz hemşirenım (ha düştü) quotesini sarfetmen gerekecek. ama işler düşündüğün gibi gitmeyecek işte. eveeeet bu sözlere hemşire pek de kapılmaz açıkçası, netekim güzel mavi gözleri örgülü siyah saçlarıyla ahmet'in geldiği zamanın evanescence solisti havasındadır (bkz: kuul). ben demiştim küçük kahraman. ha cidden bi evanescence vardı noldu onlara yahu?
hmm şimdi ne olabilir. kız da yüz vermediğine göre, iyileşme sürecini uzatma çabası içerisine girebilirsin belki. hemböylece kız için daha fazla şansın olur, zamanla etkileme metodlarını denersin üzerinde. ama o da nesi, hemşirenin kıçını başını ayrı bir yana sallayarak uzaklaşmasından iki dakika kırkbeş saniye sonra gelen tarık akan doktor, hastanenin yer sıkıntısından bahsedip, postayı koyuvermesin mi? ov may şit der içses. yol gözükmüştür bahtsız kahramanımıza, gözleri dalar biricik marty mcflyımızın. gözleri dalınca misafir mi geliyodu?
ivedilikle taburculuk prosedürü işlemeye başlar ahmet için, sargıların çıkarılmasına sıranın gelmesi pek zaman almaz yani. sargıların çıkarıldığı vakit bir diğer enteresanlık çıkar ortaya ahmet üzerinde görünürde ne bir yara izi, ne de en ufak bir bere görülmez. doktorlar tabii bilimin yılmaz temsilcileri başlarlar şaştık kaldık afalladık diye ruhsar türküsüne. derken güzel hemşiremiz eksik kalmaz, sağ kapıdan gelir, elinde gömlek pantolonla. ahmet'in içi pırpır eder hemen, bir de görür görmez hemşireyi kendisini giydirmeye geldiği kanısına varır ki tadından yenmez. hınzırca sevinir, sırıtır. amma yine sana hüsran yine sana dağlar var. kıyafetleri yatağının ucuna bırakıp, geçmiş olsun dileyerek sekerek uzaklaşmasın mı nazlı yar, peh.
nasıl bu zamanlara geldiğini bilememenin şaşkınlığı bir yandan. her türlü zemin ve zamanda reddedilmenin verdiği hafiflik sarmalar ahmeti. ama, pek fazla sürmez bu hal ve tavırlar. sarsılır, kendine gelir. kıyafetlerini giymek için boş bi oda bulur kendine arkada. onuncu yıl marşı fon müziği yapar kendine ıslık ilen. henüz cumhuriyette onuncu yılın gelmemesi kimin umrunda. başlar kısık gözlü bakışlar, saçlarını ıslatıp arkaya doğru taramalar, mafya stilinden. ama bu yapmacık mutluluk hallerine dayanamaz bünye. sıla hasreti gelip çatar. ama o, burada sıkışıp kalmış olduğunu kendine itiraf etmekten o kadar korkuyordur ki, tarağa bakakalır, gözünde iki damla yaş -her bir gözde bir damla- neden diye sorar.
neden bu kahrolasıca göt cebi taraklarının uçları bile birbirine eşit değil, LANET OLSUN!
ağlaaar ağlar. boğazı kurur. gözlerini kapar. aynaya bakar ne kadar kızardı acaba gözlerim diye. biraz soluklanıp gözler kızarıklığını kaybedince, doktorlar odasını bulmak. ben buraya nasıl geldim diye sormak niyetiylen yola çıkar. ve sorar da vesselam, ama yön duygusu olmayan ve kendisine yapılan tariflerden bi bok anlamayan bu delikanlı için çoook zaman alır. ve boşa bir çaba olduğu da hemen alt satırdaki doktorun söylediklerinden anlaşılacaktır.
doktor- burda o kadar çok hastamız var ki, bir bilsen. erkeklerin çoğu da savaş sonrası çıkan küçük çatışmalar nedeniyle geliyor hastaneye. biz de kimseye sorma gereği duymuyoruz. senin de onlardan biri olduğunu düşündük doğal olarak. keşke daha fazla yardımcı olabilsem, ama şimdi gitmem gerek.
ahmet, tatmin edici bir cevap alamamanın üstüne ne yapacağını bilememenin sosuyla hastaneden çıkıp, kasabanın sokaklarında bir aşağı bir yukarı ilerler bir süre. ki bu sıkıntının pek de uzun sürmeyeceğine dair işaretler belirir sağ köşeden.
olayın hangi şehirde geçtiğine dair, elimizde sadece rivayetler bulunmakta. bunlara göre konya'nın güneyinde şimdiki ermenek ilinin bulunduğu konuma yakın bir kasabada geçmiş bu fantastik kurgu.
ellerinde silahlar, arkadaki at arabasında dar ağacı -dar ağacı ikeavari biçimde ufak parçalar halinde taşınmaktadır. gerekli durumlarda ise görevliler, hakimin kanun kitapçığının ek kısmındaki darağacı kurma klavuzundan yararlanarak kurarlar ağacı- ile istiklal mahkeme kurucuları denetlemektedir halkı. olaysız geçen hafta sonrası elleri kaşınmaktadır kurulun. ki kurbanı da bu hikayedeki yegane isimli karakterimiz olacaktır netekim uyumam gerek artık. ama bundan önce ahmet'in bir köşede ekmek arası tahin pekmez yemesine, bunun üstüne de iki bardak su içmesine izin var. afiyet olsun.
on..dokuz..sekiz..yedi..altı..beş..dört..
ve darağacı yüksek kurulundan gözlemcinin, bizim şapkasız ahmeti görme anı. flaşlar patlasın. üç kere.
doğduğu zamandan çok uzaklarda ölen bu garip kahraman için, fatiha.
evet hikaye uzukluğundan dolayı resme yeni yeni konsantre olabildiğinizi düşünüyorum. nasıl bir fantastik kurgu şaheseri değil mi? evet.
ne diyorduk, mr. beard, siz isterseniz kendisini sakalına tükürdüğümünününü diye de çağırabilirsiniz, hatta üç kere tekrarlarsanız bu deyişi ve uslu bir çocuk olursanız bir gün sizin de böyle sakalınız olabilir.


resimi şurdan aldım.

The Hurt Locker

  • 0

The Hurt Locker (2008)
Yönetmen: Kathryn Bigelow
Yazar: Mark Boal
Oyuncular: Jeremy Renner, Anthony Mackie, Brian Geraghty, Guy Pearce, Ralph Fiennes
Ülke: USA
Imdb puanı : 8/10
Benim puanım : 5.5'dan 6/10

malum oskar ödüllerine giden yolda, çeşitli kurum ve kuruluşlar ödüllerini dağıtmaya başlarken, yeni yıl dolayısıyla da insanlar ikibindokuzun en iyi on filmi listelerini yaptı. ben de bunlardan birinde görmüş olacağım ki not etmişim hurt locker filmini notepadime.
son yıllarda ana akıma uygun şekilde amerikan askerinin rambolukları değil de, ırak'ta afganistan'da ne boklar yediği, psikolojik bunalımları felan geliyor ekranlara. bu adamlar ne yapsa yıllar boyu filmlere, tiyatrolara, kitaplara konu olmuyor mu zaten sorarım kendime. evet öyle lan harbiden. yok şöyleydi, böyleydi felan. lüzumsuz lüzumsuz hareketler. sakin ol.
biz kızılderilileri öldürdük ama içimiz acıdı, bu konu üzerine yüzelliiki tane film çekelim bunlarda kızılderililerin ne kadar kadirşinas insanlar olduğundan dem vuralım. ama bazı hırtlıklarının da olduğunu filmin içine yedirmeyi unutmayalım. netekim amerika sen ne yüce ülkesin, ne güzel bayrağın var senin.
aaa bak sen ırak'taki patlamalarda kilolarca insan heder oldu yine.. napalım o zaman dökelim ağırlığınca parayı james cameron'un önün o bize şöyle efekli mefekli kallavi bi film çeksin, yüzeyden değil de alttan bizi eleştiriyomuş ayağına. meğersem o şirinler bozması insanlar ıraklıymış. film sonrası da medyaya da salarız yok bu solcu filmi yahu, james cameron ayağını denk alsın plan felan yapmasın. ernesto yaşasa number van is avatar derdi diye çıksın playboy dergilerinde. bull shit men. çıkın adam gibi biz bi bok yedik, mal gibi oraya buraya saldırıyoruz, kendi götümüzden korkar olduk bizi affedin deyin. size ruban okulu açar tayyibbey kalbinin en lütufkar köşelerinde. üsküdar'da çay ısmarlar takılırsınız.

anaaa bak sen lafa dalmışız nolmuş deniz seviyesi mi yükselmiş, o tuvalu'daki zavallıcıklar ölecek miymiş. anaam kıyamam. kopenhag'da mal mal bira içip hamburgerimizi yiyelim önceeee /*aç ayı mode on*/ insanlar iklimler değişiyor, denizler yükseliyor derken. afrika devletlerine, ada devletlerine kıçımızla gülelim. ama çin şöyle yapıyo diyelim onlar hindistan'a atsın topu. hintliler de ne bok yerse yesin, zaten onlar için slumdog millionaire çektirdik kaç paraya, ödeşme vakti. hem bizim işleri de onlara havale edip haksız kazanç kazandırmıyoz mu hindibalara dimi canıım. daha da olmadı son çözüm dökeriz paraları gizli ajanımız roland emerih'in önüne çeksin bi tuvalu felaket filmi. nolcek?
neyse burdan da gladioya girerdim ya. şimdi boktan filmimize geri dönebiliriz. /*üzgünüm kate senin ekmek parana da mani oluyorum ama losttan kazandıklarınla yeterince büyütmüşün kıçını zaten.*/ yav işte yaklaşık bir dakika gözüken kötü askerin yaptıkları var filmde. karşılaması açısından biraz da aptallık derecesinde iyi asker/doktor serpiştirilmiş. sonlara doğru da lost'un kate'i arz-ı endam ediyor. bunların dışında bomba imha ekibinde çalışan üç delikanlının çeşit çeşit macerası, psikolojik durumları, iç/dış çatışmaları ortalara saçılmış filmde. isteyen alır gider, istemeyen bırakır kaçar. bir diğer nokta filmin, my name is earl vasıtasıyla öğrendiğim, daha sonra bowling for columbine ile hatırladığım amerikalıların cops dizisine benzer gerçeğe yakın, belgeselvari diyebileceğim yapıda ilerlemesi. bi de üç boyutlu gözlük taksan tam süper olucak. işte böyle bir film hurt locker. eğer ki apocalypse now'ı izlemediyseniz onu izleyin. dahası jarhead'i izleyiiiin askerliğin ne kadar aptallıkla dolu olduğunu yaşamadıysanız sam mendes'den izleyin. hatta çekinmeyin son of rambow'u izleyin sonra hala vaktiniz varsa, iyi seyirler.

I Know You, Stanley Milgram!

  • 0
hayat ne enteresan long distance calling felan. i know you, stanley milgram deyince almancı beyler kim ola ki stanley hissiyatı uyandı bünyemde. /*bir de stanley tucci var idi, o çağrışmadı*/ derken bir de baktım milgram deneyi, bir de baktım google.



nazi savaş suçlusu adolf eichmann'ın yargılanma süreci ve psikiyatrların eichmann'ın son derece sağlıklı ve normal olduğunu saptamaları, almanya'dan amerika'ya göç etmiş bir araştırmacı olan yale üniversitesi'nden psikolog stanley milgram'ın ilgisini çeker. acaba milyonlarca insanın toplama kamplarında öldürüldüğü nazi almanyası'ndaki yüzlerce üniformalı, yalnızca görevini yerine getiren, 'işini' yapan sıradan insanlar olabilirler miydi? milgram (1963), bu sorunun yanıtını bulmak için bir dizi deney gerçekleştirir. bu deneyde laboratuvara alınan denekleri 'beyaz bir önlük' giymiş deneyci karşılar. ayrıca, denek laboratuvara geldiği zaman yaşlı bir adamın da bu deney için beklediğini görür. deneklere, deneyin bir öğrenme deneyi olduğu ve bu öğrenme olayında birinin öğretmen, diğerinin ise öğrenci olacağı söylenir. öğretmenin görevi öğrenci bir hata yaparsa onu cezalandırmaktır. bu ceza ise elektrik şokudur. kimin öğrenci kimin öğretmen olacağını belirlemek için de kura çekilir. yaşlı adam araştırmacının asistanı, diğeri ise gerçek denek olduğundan kura düzmece bir kuradır. öğretmen rolündeki denek, voltajı artıran düğmelerden oluşan büyük bir elektrik jeneratörünün önünde oturtulur. öğretmen, öğrenciye kelime çiftlerinden oluşan bir listeyi öğretmek ve eğer öğrenci hata yaparsa ona şok vermekle yükümlüdür. öğretmenin en düşük voltajdan başlayarak elektrik şokunu her hatada artırması istenir. milgram içinde psikoloji uzmanlarının da bulunduğu onlarca insana deneylerin sonucunun ne olabileceğini sorar. tüm yanıtlar yapılması söylenen işin vahşetinin deneki caydıracağı ve araştırmacıyla işbirliği yapmayı reddedeceği yönündedir. fakat milgram'ın deney sonuçlarına göre deneye katılan deneklerin yüzde 65'i tüm voltaj derecelerini öğrenciye verir. ve hiçbir denek 300 volttan (en fazla 450 idi) önce deneyi bırakmaz. milgram, 1974 yılında araştırma sonuçlarını yayınladığında akademi çevreleri tarafından ağır eleştirilere maruz kalır. çünkü araştırma sonuçları yoluyla, her gün otorite mekanizmalarıyla karşı karşıya kalan bizlerin de bir canavara dönüşebilme potansiyelinin gözler önüne serilmesi rahatsızlık vericidir. vahşeti uzaklaştırmanın verdiği rahatlık ve bu vahşeti yaratanların birer canavar olduklarını düşünmek, milyonlarca masum insanın başına gelenleri uygun koşullarda bizlerin de yapabileceğini bilmekten elbette ki daha rahatlatıcıdır. işlerini yapıyorlardı. ... [1]

Milgram ulaştığı sonuçları açıklayan iki ana kuram geliştirdi.

  1. İlki, S. Asch'in çalışmalarını temel alan Uyum Kuramı'dır. Milgram başvuru grubu ile birey arasındaki temel ilişkiyi tanıtır. Karar verme konusunda, özellikle bir kriz ortamında karar verme konusunda hiçbir deneyimi veya yeteneği olmayan bir denek, kararı gruba ve gruptaki hiyerarşiye bırakır. Grup bir davranışsal model oluşturur.
  2. İkincisi ise Araçlaşma Kuramı'dır. Milgram'a göre, "itaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesidir. Kişinin bakış açısındaki bu kritik kayma gerçekleştiği zaman, itaatin tüm öznitelikleri bunu izler". Bu temel olarak askersel açıdan otoriteye saygının temelidir; askerler üstlerinin emirlerini ve komutlarını, sorumluluğun subaylarda olduğunu bilerek yerine getirirler. [2]
..derken bir milgram deneyi olarak das experiment izlenebilir.

[1] gözde kiral - milgram'ı yeniden okumak@radikal iki
[2] vikipedi - milgram deneyi maddesi
[3] resim ntvmsnbc'den. sadece kendisine verilen göreve itaat eden asker.

Filmdir film

  • 1

Nineteen Eighty-Four (1984)
Yönetmen: Michael Radford
Yazar: Michael Radford, George Orwell
Oyuncular: John Hurt, Richard Burton, Suzanna Hamilton
Ülke: UK
Imdb puanı : 7.1/10
Benim puanım : 6/10
Distopya hikayelerini, hem sinema hem de edebiyat alanında olmak üzere radarım açık takip etmeye çalışırım. umutsuzluğun, sefaletin at koşturduğu, toz toprak içindeki hikayeler ilgimi celbediyor. daha fazlasını okuyup/izleyip bir liste çıkaracak kıvama geldiğimde buralardan da paylaşırım bütün dünya ile.
benim nezdimde distopya segmentinin ağa babalarından birisi de george orwell'in bindokuzyüzseksendört'üdür. ignorance is strength. ismi ne konursa konsun, iktidarın kara deliğine düşen, sürekli baskı sürekli savaş düşüncesini şiar edinen insanlardan kurulu yönetimin getireceklerinin tasvir hikayesi. bana otoriter rejimin resmini çizebilir misin corç?
lakin her güzel hikayenin filme uyarlanması gerekmiyor ki. gerekse bile aynı güzelliği sunmayabiliyor işte. ahan da şekila-da olduğu gibi. madem bindokuzyüzseksendört yılına geldik çekelim bağalım şu filmi demişler herhal yapımcı tayfası, yumurta kapıya dayanana kadar da çalışmayınca yönetmenle senarist, içinde eksik parçalar barındıran bu film çıkmış ortaya. ben derim ki filmi, kitabı okumadan izleme hatasına düşerseniz, o da nesi bir osuruk sesi etkisi yaratır üstünüzde sade. ayağınızı ona göre denk alın.


Zombieland (2009)
Yönetmen: Ruben Fleischer
Yazar: Rhett Reese, Paul Wernick
Oyuncular: Woody Harrelson, Jesse Eisenberg, Emma Stone, Abigail Breslin, Bill Murray
Ülke: UK
Imdb puanı : 8/10
Benim puanım : 7/10
yukarıdan devam gibi oku: onun yerine sırf jesse eisenberg'in the squid and the whale'deki ergen triplerinin takipçisi olabilir. /*ben bu çocuğu michael cera ile karıştırıyorum hep içten içe, ikisi tek bir kişi sanıyorum, nick and norah's playlistte oynuyodu bu imdb'ye niye yazmamışlar diye şaşırıyorum, garip şeyler.*/ bu yetmediyse küçük sanşaynımız abigail breslin ne hale gelmiş bakabilir. hatta bunun üstüne bill murray özleminizi giderebilirsiniz, filmin en güzel zaman aralığında. bunların hepsi zombieland'de, üstüne slow moşın zombi öldürme sahnelerinde woody harrelson'ın kovboy tripleri de gaza getirici amma velakin tam olmamış gibi yer yer gülümsetse de zombieland. bir de columbus rulez.


Shaun of the Dead (2004)
Yönetmen: Edgar Wright
Yazar: Simon Pegg, Edgar Wright
Oyuncular: Simon Pegg, Kate Ashfield, Nick Frost, Dylan Moran, Lucy Davis
Ülke: UK
Imdb puanı : 8/10
Benim puanım : 9/10
yine yukardan devam gibi: işte asıl gelmek istediğim noktaya iki film üzerinden atlayıp gelebildim. /*sevinç çığlıkları*/ zombieland'ın bir iki level daha üstü olanı, belki ilham kaynağı shaun of the dead derim ben ama siz kendiniz de izleyip farkı görün. simon pegg, edgar wright ikilisini daha sonraki zamanların filmi hot fuzz ile ilk olarak izlemiştim ki gayet eğlenceliydi. burda da yine nick frost'u da yanlarına alıp süper bir zombi filmi yapmışlar. zombilik külliyatı üzerine pek fazla bilgim olmasa da sevdim. filmdeki ingiliz havası had safhada ki severim kendilerini guy ritchie'den felan. en çok da ed karakterinde nick frost'un umursamazlıkları ilen bardaki don't stop me now fontlu bölümü.
haydin selametle.

Afiş

çekinmeresmetıkla.


izlediğim/izlemediğim/izleyeceğim filmler tarihinden beğendiğim film posterlerini bi klasöre atmışım, ordan çıkan bir kuple. bir referans olarak şuraya bakabilirsiniz.

Animatik filmler geçidi


Coraline (2009)
Yönetmen: Henry Selick
Yazar: Henry Selick, Neil Gaiman
Seslendirenler: Dakota Fanning, Teri Hatcher, Jennifer Saunders, Dawn French, Keith David
Ülke: USA
Imdb puanı : 7.9/10
Benim puanım : 7/10


Up (2009)
Yönetmen: Pete Docter
Yazar: Pete Docter, Bob Peterson, Thomas McCarthy
Seslendirenler: Edward Asner, Christopher Plummer, Jordan Nagai, Bob Peterson
Ülke: USA
Imdb puanı : 8.5/10
Benim puanım : 8/10


Mary and Max (2009)
Yönetmen: Adam Elliot
Yazar: Adam Elliot
Seslendirenler: Toni Collette, Philip Seymour Hoffman, Eric Bana, Barry Humphries
Ülke: Australia
Imdb puanı : 8.3/10
Benim puanım : 10/10
Ne anladım : Keep your money. I want change.

animasyon filmlerini fantastik konularıyla, çılgın atan parlak renkleriyle izlemek alışık olduğum bir durum, seviyorum da keretaları, uçuyorlarkaçıyorlar felan. dini değerler/aile inancı sarsılmamış sevgili ile küçük kardeş ile sömestır tatillerinde gönül rahatlığıyla gidilecek filmler yapıyor yıllardır pixar. ve lakin stop motion tekniği ile kotarılmış, gerçekvari hikayelerin kişisel listelerimde daha üst sıralarda olacağını hissettim mary and max'i izlerkene. bunu yaparken bütün olay stop motionda yanılsamasına düşer gibi oldum, coraline'ı da izlemiş ancak bir up kadar beğenememiş idim netekim. hemen durumu toparladım. kavramların klişe dışı işlenmesi ile güzelliğini göstermiş mary ilen max'in hikayesi. bana bikaç fikir verdi. anahtar kelimeler; dünyanın iki ucunda, iki yalnız mektup arkadaşı. asperger sendromu. havalı bir horoz. halitosisden muzdarip tek gözlü kedi.

Rüya

  • 0

yıl 2006.
"bitlis, doğunun atinasıdır. avrupa'nın değme devletlerini cebinden çıkaracak kültür madeni var bitlis sırtlarında. bitlis'ten çıkacak kültür ile türkiye nice oscar, nice nobel, nice grammy ödülleri kazanacaktır. söyle bu işi başlatan adam olmak istemez misin, he istemez misin?" şeklinde gaza getirilen, "seni bitlis'e kültür ataşesi çıkaracağız." vaadiyle kandırılan adli sicil kayfı, sağlık raporu, ikametgah derken beşyüz lira kadar dolandırılan otobüs parası, otel ücreti derken bitlis'te beş parasız kalan türkçe öğretmeninin dramı ali kırca ile ana haber bülteninde yayınlanır.
ali kırca olayın vehametinin farkında olduğundan soluğu -beşbin hare- bitlis'te almıştır sabahtan. yanından hiç ayırmadığı bağlamasıyla beraber kültür ataşesiyle söyleşisine başlar saatler yedi kırkiyi gösterdiğinde. olayın ayrıntılarının dökülmesiyle gözünden yaşlar süzülen kameramanı kimse bilmez belki ya, ali kırca'nın fake kültür ataşesi a.k. (47) ile çığırdığı ah bir ataş ver türküsü akıllardan çıkmaz yıllar boyu. video youtubelarda herkesin favorilerine eklenir. meyıldan meyıla eklenir de yollanır yahoo gruplarda.

yıl 2010.
bugün bile ne zaman izlesem o vidyoyu hüzünlenir, anneminki gibi olamıyacak hanımeller bisküvisinden bi tane atarım ağzıma. yalnızlığım aklıma gelir. kültür ataşesi mi. o, gelen yardımlarla bitlis'te açtığı berber dükkanında hala. nice gencin saçını ucuz fiyata amerikan traş ediyor doğunun kültür başkentinde.

Ölçü

merhabalar, birilerinin gönül çelenleri/kalplerine saplanan cam parçaları/düş kırıkları/bok çukurları/afili delikanlıları. gelecek on yıl içinde tıp diye zikredilen domuz gribi sektörüne -hastane duvarlarındaki şşşş işareti yapan hemşireyi tenzih ederim- en az bir mehmet öz katkısı yapmak amacıylan oturduğum yerden başlıyorum birşeylere. mc ender-param olacak vol. iii
olayın evveliyatından başlıyayım. 16. yy'dan beridir anadolu köylerinde manken vücutlu olma derdinde genç kızların, tansiyon derdinde dedelerin/ninelerin kullandığı bir yöntem bu aslında. ben allayıp pullayıp üç boyutlu remake yapıyorum bu yüzyıla uygun bir nevi. bu derin araştırma safhasında, türk sahaflar birliğ, türk tarih kurumunun ermeni tezleri, muazzez ilmiye çığ'ın sümer tarihi kitapları ve dahi nutuk hep baş ucumdaydı lakin metallica 1989 yılında çıkıp seattle il meydanında konser vermeyeydi bana bu ilham gelmezdi gibi gibi. girizgah biter.
zeytin. yüzyıllarca iştah açıcı, idrar söktürücü, ateş düşürücü, tansiyon düzenleyici olarak kullanıldı insaniyet namına. ama şimdi tamamiyle farklı bir boyut ile ele alınıyor. bir ölçü birimi olarak evet evet yanlış duymadınız ölçü birimi. bir arpa boyu yol gidemedim gibi bişey yani ama tam olarak da değil. iddia ediyorum hayatlara fazilet gelecek. bir lokma bir hırka düşüncesi benimsenmeye başlanıp alttan alta belki tüketim toplumu ortadan kaldırılacak, iki lokma bir zeytin diyorum genç insanlar. üç ileri bir geri gibi, iki lokma bir zeytin. üç korner bi penaltı gibi, iki lokma bir zeytin.
böylece karışık kalori hesaplarına hiç mi hiç gerek kalmayacak. kibrit kutusu büyüklüğünde peynir mi dedin diyetisyen bey yooo no more. iki lokma peynir, bir zeytin. kulak memesi kadar reçel mi diyorsun pepsi yaşatır seni seda sayan hayır hayır yoldaş hayır. bi çatal reçel bir zeytin. melikşah devrinin de sonu gelir nizamülmülk bile öldürülür.

reklamlar..reklaml..rekla..rek..r.. onbeşülkeden onbeşgladyoüyesi aynıevde, evkameralarlakaplı gündüzleriderinişlerile -savcılarayakalanmadan- parabiriktirmeyeçalışırken geceleridoyumsuzcaeğlenerekçılgınlarca sevişecek. yakında. rahmetliconefkenedininsunumuyla.

geldik fetret devrine.
bu kısma da karşılaştırmalı fotoğrafları koymak istiyordum amma velakin daha ben de etki edecek kadar kullanamadım yöntemimi. hemen gaza gelip olayı paraya dökeyim istedim. neyse sizlere hidiv kasrının yerlilerinden bir zat ile veda edeyim. bay bay.




Yerli filmler haftası iki

  • 0

Pazar: Bir Ticaret Masalı (2008)
Yönetmen: Ben Hopkins
Imdb puanı : 7.6/10
Benim puanım : 9/10
Ne anladım : keşke ben de ölsem. ölsem hayat bu kadar zor olmayacak.

Üç tarafı denizlerle çevrili anadolunun verimli topraklarından çıkan bir hikaye. şununu sevmedim diyebileceğim bir yönü yok ya hani filmin, en çok da oyunculuklarıyla ön planda. tayanç ayaydın ile genco erkal'ın oyunculukları filmi sürüklemek için yeter de artar bile.
ufak detaylarıyla da ana hikayesiyle de müzikleriyle de güzel film.
arzın, talebin, paranın içinde adı üstünde ticaret masalı, iki arada bir mihram hikayesi.


Sonbahar (2008)
Yönetmen: Özcan Alper
Imdb puanı : 8/10
Benim puanım : 7/10
Ne anladım : Eskiden bi sosyalizm umudu vardı a**na koyayım. şimdi onu da yaktılar. yıktılar a**na koyayım. karıları şimdi gelip orospuluk yapayi, erkekleri de fabrika demirlerini yağmalayi.

Hikayenin nefes aldığı ortam karadeniz havası olmalıymış, yoksa etkileyicilik katsayısı eksik kalırdı sanki. her şeyden önce bi karadeniz filmi o bakımdan. diğer bakımları da var ya. anlattığı öykü ile, hayata dönüş operasyonundan görüntüler ile bezeli başı belli sonu belli bir film sonbahar. zaten a noktasından b noktasına giden bir hikayede b noktasına sürpriz dolambaçlarla ulaşan bir kurgu oluşturmak değil ki sonbahar'ın derdi. a noktasından öncesi, b noktasından sonrası olduğunu, hayata dönüşün bazen de ölüm olabileceği ironisini gösterebiliyor bazı filmler. sonbahar da onlardan. kör parmağım, gözüne diyesice bir film.

Yerli filmler haftası

Yumurta (2007) - Süt (2008)
Yönetmen: Semih Kaplanoğlu
Imdb puanı : 6.5/10
Benim puanım : 7/10
Ne anladım : Yusuf üçlemesi adı altında, bir üçlemenin ilk iki parçası olarak düşünesim geldi benim. İki filmi birden değerlendirmenin iç huzurunu yaşamak istedim. derken.
yusuf'un birbirine eklemlenen, yer yer çelişen biyografisi gibi geldi yumurta ilen süt. hatta yetinmedim, dedikodular yarattım kendim kendime. misal süt filminde yusuf'un dergiye göndermek için aldığı madenci abinin şiirleriyle ünlü olup kitap bastığını, yumurta'daki haline gelebildiğini hissettim ben. istanbul'a gelince de daha fazla tutunamamış, feyk yazar sendromuyla kendine sahafçı dükkanı açmış sanki. belki bal filmini izleyince apayrı bi yusuf resmi çıkar ortaya ama şu an itibariyle kendisi hakkında hiç de olumlu şeyler düşünmüyorum. çok pis laflar hazırladım. küçük şehrin yitik adamı. eş dost biz burada yabancıları sevmeyiz, yabancılaşmış yerlileri ise hiç sevmeyiz demeli, yusuf'a bence. kendisine aylak adam teşhisi koyar, yabancılaşmanın getirdiği yalnızlıktan kurtulması için günde bir doz sandoz öneririm.


Pandora'nın Kutusu (2008)
Yönetmen: Yeşim Usta
Imdb puanı : 7.5/10
Benim puanım : 8/10
Ne anladım : yakın zaman içinde çıkarmayı düşündüğüm -hayali- eş anlamlı filmler katalogunuokumuş olsaydınız bu filmin eş anlamlısı olarak little miss sunshine koyduğumu görürdünüz. pek bi alakası olmadığını bilsem de lüzumsuz bir merakıma engel olamıyorum.
bir yol hikayesi tribinde başlar film. üç kopuk çocuğun ailesi kaybolmuştur. ki filmin ennn -bir sıfat atfedemedim- oyunculuğunda anne/büyükanne rolünde tsilla chelton uzanıp dokunabilinecek doğallıkta. ilkokul matematiği düşünce style mode on. bir kesişim kümesi olarak, insan ilişkilerinde sevgi barındırmayan karakterlerin hikayesi. yalnız insanlar ailesinin hikayesi. örnek veriyorum, addams family.

Kısa iki

geçen yılı kısa filmler ile bitirmiş bir ben var benden içerü. ikibinon'da da bi kaç tane kısa daha izleyeyim dedim kaldığım yerden. hemen sinopsisleriylen de birlik ekledim. Hem bilogun sinematik kimliği güçlensin hemi de dönüp dönüp boş zamanlarımı görünce hüzünleneyim. nostalji yapayım. diyerekten.


More (1998)
Imdb puanı : 8.5/10
Benim puanım : 10/10
Ne diyor : bisürü oyun hamurundan extraterrestrial yaşar distopya diyarlarında. işte bunlar, siz dersiniz kapitalist, başkası der sosyalist baskıcı efenime söyliyim tekdüze bir hayat içinde sürükleniyorlar. bizim film düzenin dişlilerine charlie chaplin gibi takılmış delikanlı extraterrestrialımızı alıyor koyuyor ön plana. kimbilir başka ne cevherler vardır ya aslında süre kısa. değişim getireyim derken yaptığı dişlilerin hızını arttırmaktan başka işe yaramayan bir yağ damlasının hüzünlü hikayesi gibi bişey işte. kıssadan hisse, işçisin sen işçi kal.


Vincent (1982)
Imdb puanı : 8.5/10
Benim puanım : 9/10
Ne diyor : genç kızların sevgilisi coni dep'in yönetmeni olarak kalplerimizde, çizdiği figürler ile tişörtlerimizde-çantalarımızda yer eden tim börtinın kısacık stop moşını bu. naytmeyır bifor kristmısın da öncesinde yine o havalarda, edgar allan poe etkili sekiz yaş vincentının gotik adam olma hayallerini izlerken kah gülecek kah hüzünleneceksiniz ama kesinlikle kim bu vincent price demeyeceksiniz. ben yine söyliyim, bu adamımız tonla filmlerde rol almış bi aktör. mj'ın thriller klibini seslendirmesi, edvırd makasellerde kısa da olsa oynaması ile yakın çevrenize hava atabilir, canlar yakabilirsiniz. bir de bu kısada birkaç yerde kısacık görünenler karakterler daha sonraki tim börtın filmlerinde daha geniş biçimde irdelenmişmiş.


Partly Cloudy (2009)
Imdb puanı : 8.2/10
Benim puanım : 8/10
Ne diyor : yine pixarın o ailecek izlenip, içinizi ısıtabileceğiniz filmlerinden birini eklemesem olmazdı. çağırın etraftaki tüm tanıdıklarınızı sarılın bi sevgi çemberi oluşturun. ama sadece film süresince tamam mı. şimdi dağılabilirsiniz.



Le voyage dans la lune (1902)
Imdb puanı : 8.3/10
Benim puanım : 9/10
Ne diyor : Bunuz izlemeseniz de olur, o animasyon filmlerinden sonra iç baygınlığı yaşayabilirsiniz, tavsiyem ayrıca bir zamanda izlemeniz olacaktır. taa bindokuzyüzikideki efektler felan başarılı geldi bana. bir de insanlık tarihinin barbarlık hikayeleri sinema sanatının ilk zamanlarında bile ön planda imiş. bilimkurgu türünün ilklerinden olması da önemli bittabi. bir de bu film ile thomas edison dallamasının korsan film aktivitesinin babası olması var ki, ha**iktir diyorum kendisine. Şöyle ki film George Melies tarafından fransa'da tamamlanır ancak filmin domas edison'un teknisyenleri tarafından gizlice kopyalanması ile film amerika'da edison tarafından gösterime sokulur -melies amerika gösterimi için para bulamazken- böylece gelsin paralar felan.


Yozhik v tumane (1975)
Imdb puanı : 8.4/10
Benim puanım : 8/10
Ne diyor : Vinni-pukh vardı geçen bölümde rus animelerinden bu sefer de eksik olmasın istedim. Rus halk masallarından uyarlama bir kısa bu da. Bir kirpi ile ayının kavuşma öyküsü, hani yol hikayesi diyorlar ya o türe de girebilir belki. Kirpiden rol çalan baykuşu sevdim ben hikayede, ayının tedirgin tripleriyle en iyi yardımcı rus oskarı ödülünü almasını diler deli gönül. pek bir anlam da yükleyemedim filme, sadece kings of convenience'ın bir parçasında dediği gibi sheer simplicity dedim bir tek, o da yorumdan sayılmaz. amma wikipedialarda alt anlamlardan bahsediliyormuş isteyenler bakabilir oralardan buralardan.


The Key to Reserva (2007)
Imdb puanı : 8.3/10
Benim puanım : 8/10
Ne diyor : Martin Scorsese, alfred hitchcock'un filme alınmamış üçbuçuk sayfalık skriptini bulmuş meğersem bunu filme almış. pek de güzel olmuş hani. ama özünde bir şarap reklamı bu film. hitchcock style mode on. oldies goldies.
bunu izleyenlere bonus olarak da will ferrell'ın the landlord ismindeki komiği gelsin. gülün eğlenin.


Ilha das Flores (1989)
Imdb puanı : 8.4/10
Benim puanım : 10/10
Ne diyor : bu film bir kurgu değildir / çiçek adası gerçekten vardır / tanrı yoktur şeklinde açılır film. bir tanımlar bütünü olarak, kapitalizmin tümüne varır jorge furtado. fazlabişeysöylemeyelüzumyokizleyinekranagözlerinizikitlemedenamaherhengibiryutupvideosuizlergibideğil. çok fazla konuşan ekonomik düzen, sınıf ayrımları, din, devlet ordan burdan alıntılar verintiler. kafa ağrıtmaya lüzum yokmuş demek ki. herşey göz önündeymiş aslında, porto alegre'nin çiçek adasında.